kültür.limited 2023 yılı sonunda 8 yıllık yayın hayatını sonlandırmıştır. Site, bir arşiv işlevi görmesi için açık bırakılmıştır.

21. yüzyılda ayakta kalmanın yolları

8 Aralık 2017

*Bu yazı Istanbul Art News Aralık, 2017 Sayı: 47 Piyasa eki için yazılmıştır.

Küreselleşen dünyada, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde, hayal gücü, yaratıcılık, yenilikçi iş gücü ve iş birliğine duyulan ihtiyaç artıyor. Bunun sonucunda, içinde bulunduğumuz yüzyılın ihtiyaçlarına, geçmiş yılların metot ve organizasyon yapılarıyla cevap vermek neredeyse imkânsızlaşıyor.

“21. yüzyılın teknolojisi, 20. yüzyılın öğretmeni ve 19. yüzyılın örgütlenme modeliyle eğitim yapmaya çalışıyoruz.” Dünyanın saygın eğitim uzmanlarından Andreas Schleicher’in bu sözü, ilk duyduğum günden beri beni oldukça etkiliyor. Çünkü bu cümleyi başka birçok konu için farklı kelimelerle kurmak mümkün. Hatta şimdi ben de bu yazı ile tam olarak bunu yapmaya çalışacağım: “21. yüzyılın teknolojisi, 20. yüzyılın organizasyon yapıları ve 19. yüzyılın sanat pratikleriyle sanat yapmaya çalışıyoruz.”

20. yüzyılın sonlarında doğmuş, 21. yüzyılın başında kültür sektörüne adım atmış biri olarak, 21. yüzyılın beraberinde getirdiği tüm soruları ve sorunları, kültürün üretimi ve tüketimi etrafında yeni alanlar açacak, yeni sorular doğuracak, sorunlar yaratacak ve mümkünse olağan bir tartışma ortamı yaratacak olması nedeniyle ziyadesiyle gerekli, önemli ve heyecanlı buluyorum. Aslında sayılara pek takılmamak gerekiyor. Zira önemli olan sayılardan çok, bunların ifade ettiği kavramların arasındaki farklar. Bilimden sağlığa, teknolojiden iletişime birçok konuda büyük değişikliklerin yaşandığı, geçişlerin olduğu, kırılmaların gerçekleştiği 21. yüzyıl, kültür-sanat alanında ne yazık ki henüz kendine yeterli tartışma ortamını bulamadı. Amerika’da sanatın üretimine ve gelişimine katkıda bulunmak için kurulmuş bir yapı olan NEA (National Endowment for the Arts), 2016 yılının ikinci çeyreğinde çıkardığı dergiyi bu konuyu ayırdığında küresel ölçekte bir tartışmayı da ateşlemiş oldu. NEA, sanatın da diğer tüm konular gibi 21. yüzyılda bağlamsal olarak tartışmaya açılacağını, temelden sorgulanacağını ve büyük değişikliklere gebe olacağını söylüyordu. Sanatı nasıl tükettiğimizden üretim mekanizmalarına, sanatçıların nasıl geçindiklerinden sanatı nasıl kategorize ettiğimize kadar birçok şeyin değişeceğinin altını çizen kurum, bütün bunları tartışmaya açarken de özellikle bilim, teknoloji, eğitim ve iletişim gibi konularda gerçekleşen değişimlere ve insanların tepkilerine referans veriyordu. NEA’nın bu konuları ele alırken söylediği en önemli şeylerden biri ise bütün bu soruların siyah veya beyaz cevapları olmadığı gibi, bunlara bir ‘çözüm’ üretmenin de ziyadesiyle zor, belki de anlamsız olduğu idi. Ben de, bu nedenle konulara bir çözüm önermek yerine, sadece cevap aramayı ve bir tartışma alanı açmayı niyet ediyorum. Zira gri alanlarda dolaşmak güzeldir.

Alexis Clements tarafından geçtiğimiz yılın sonlarında kaleme alınan “What are the chances? Success in the Arts in the 21st Century” (Şanslar nedir? 21. yüzyılda Sanatta Başarı) başlıklı makale, 21. yüzyılda sanat ortamında var olmayı mercek altına alıyor, çarpıcı tespitlerle bu çağa biraz da distopik bir sanat ortamı sunuyor. Makalenin girişinde yer alan çeşitli istatistikler ise günümüzde sanat üretimi ile sanat üretiminin kendine yer bulması açısından biraz sorunlu bir yaklaşım çiziyor. 2012 yılında bir kitabın New York Times tarafından ‘çok satan’ seçilmesi oranı veya yaşayan bir sanatçının MoMA’da kişisel sergisinin olması, 21. yüzyılın sanat pratiğinde ne kadar geçerli? İşte tam da bu yüzden, kültür-sanat ekosisteminde yeni kriterlere, ölçüm mekanizmalarına ve bakış açılarına ihtiyacımız var. 21. yüzyılın sanatçıları gerçekten MoMA’da kişisel sergi yapmayı veya çoksatan listelerine girmeyi mi hayal ediyor? Bunu anlamak, analiz etmek için aslında sanatçıların ve sanatçı adaylarının 21. yüzyılda nasıl bir eğitimden, ekosistemden besleneceğine bakmak gerekiyor. 20. yüzyılın hemen başında ABD’de kurulan CollegeBoard tarafından, 2011 yılında National Coalition for Core Arts Standards (Temel Sanat Standartları için Ulusal Koalisyon) için hazırlanan “Arts Education Standards and 21st Century Skills” (Sanat Eğitimi Standartları ve 21. Yüzyıl Yetkinlikleri) başlıklı rapor, sanat eğitiminin 21. yüzyılda kendine nasıl karşılık bulacağıyla ilgili önemli bulgular içeriyordu. Tam olarak Schleicher’in altını çizdiği yüzyıllar açmazını da bir kez daha ortaya koyuyordu. Peki 1994 yılında K12 öğrencileri için belirlenen sanat eğitimi standartları nasıl bu kadar çabuk değişebilmişti? İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kültür politikaları biriminin 2014 yılında “Türkiye’de Sanat Eğitimini (Yeniden) Düşünmek” başlıklı bir rapor yayımlaması da bu açıdan bakıldığında bilinçli olarak alınmış bir karar, önem verilmesi gereken bir öncelikti. Raporun girişindeki yönetici özetinde yer alan şu cümleler 21. yüzyılın kültür-sanat ekseninde gebe olduğu ve ihtiyaç duyduğu değişiklikleri açık bir şekilde gösteriyor: “Küreselleşen dünyada, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde, hayal gücü, yaratıcılık, yenilikçi iş gücü ve işbirliğine duyulan ihtiyaç artmaktadır. Sanat eğitimi, esnek ve farklı düşünce şekilleri geliştirebilmesi, duygusal gelişimi desteklemesi ve kurulan iş birlikleri aracılığıyla öğrenme ve beceri kazanmayı geliştirmesi açısından son derece önemlidir.”

Kültür kurumlarının yeni ihtiyaçları

21. yüzyılda sanat eğitimi, sanatsal pratiklerin gelişimi ve kültürün üretimi konuları akademide, sivil toplumda ve özel sektörde sıklıkla kendine yer bulmaya başlarken, kültür kurumlarının geleceği, 21. yüzyılda bir kültür kurumunun nasıl olması gerektiği veya nasıl yönetileceği ise henüz boş beyaz bir sayfa. İçinde bulunduğumuz yüzyılda bir müze, sürekli ve süreli sergileriyle, paralel etkinlikleriyle hayatta kalabilir mi? 20. yüzyıldan kalma beyaz duvar sistemiyle geçici sergilere ev sahipliği yapan galeri ne kadar süreyle ayakta kalabilir? 50 yıldır aynı içerik ve mantıkla program yapan festival, nereye kadar dayanabilir? Peki ya hâlâ gazete ilânıyla tanıtım yapan sanat kurumu, batmaya mahkum mudur? Bütün bu soruların tek bir doğru cevabı yok. Bu nedenle bu soruların her birini ayrı ayrı tartışmaya açmaya ve sorulara sorunlar belirleyerek cevap aramaya başlamalıyız.

Charles Moffat’ın 2008 yılında yazdığı “Rethinking Art Galleries in the 21st Century” (21. Yüzyılda Sanat Galerilerini Yeniden Düşünmek) başlıklı makalesi, beyaz küp sistemine sahip galerilerin 21. yüzyılda kendilerini, mekânlarını ve programlarını sorgulamaları gerektiğini söylerken, geçtiğimiz yıl Malta’da 7.’si düzenlenen Arts & Culture Summit ise “At the crossroads? Cultural Leadership in the 21st Century” (Dönüm Noktası: 21. Yüzyılda Kültürel Liderlik) başlığıyla gerçekleşti. Zirvenin odaklandığı konular arasında yeni teknolojilerin kültürel ürünlerin, servislerin üretimi ve yayılımına olan etkisi, göçün yarattığı etki; sanatçıların, kültür yöneticilerinin diğer disiplinlere, sektörlere olan etkisi; kültürel çeşitlilik, ifade özgürlüğü gibi konular vardı. Araştırmacı, eğitimci ve danışman Lidia Varbanova’nın bu zirvede yaptığı sunumun başlığı da tam olarak 21. yüzyılda kültür-sanatın ihtiyaç duyduğu şeylerin altını çiziyor: “Intrapreneurship and Innovation as Vectors of Cultural Leadership in the New Global World” (Yeni Küresel Dünyada Kültürel Liderliğin Taşıyıcıları Olarak Kurum İçi Girişimcilik ve İnovasyon). İşin diğer ucunda ise daha yavaş gelişen ancak sağlam adımlar atmak üzere olan bir akademi var. NYU tarafından Sanat Yönetimi bölümü altında açılan “Public Relations for the Arts in the 21st Century: Challenges and Solutions” (21. Yüzyılda Sanat için Halkla İlişkiler: Engeller ve Çözümler), “The Art Market Revolution: Online Art Businesses” (Sanat Piyasası Devrimi: Çevrimiçi Sanat İşletmeleri), “Running Successful Performing Arts Organizations: 21st-Century Challenges and Solutions” (Başarılı Performans Sanatları Organizasyonları Yürütmek: 21. Yüzyıl Engelleri ve Çözümleri) gibi dersler, bu işin akademide de ne kadar ciddiye alındığını gösteriyor.

Keza, 2010 yılında Edward P. Clapp tarafından yayıma hazırlanan “20Under40: Re- Inventing the Arts and Arts Education for the 21st Century” (40altı20: Sanat ve Sanat Eğitimini 21. Yüzyıl İçin Yeniden Düşünmek) başlıklı kitap, 40 yaşın altındaki sanatçılar, sanat yöneticileri, akademisyenler, yönetim danışmanları, eğitimciler ve blogger’lar tarafından yazılan 20 makaleyi içeriyor. Bu makaleler aracılığıyla güvensizlik kompleksi ve korkular nedeniyle krizde olan sanat ortamı inceleniyor. Kurum içi girişimcilik ve inovasyon, özellikle Amerika’da birçok büyük kültür-sanat kurumunun bir süredir radarında. 2001 yılında ABD’de kurulmuş The Center for Cultural Innovation (Kültürel İnovasyon Merkezi), kurulduğu günden bu yana sanatçılara ihtiyaç duydukları fon, profesyonel gelişim ve komünite geliştirme programları sunuyor. Bu aşamada merkezin 2007 yılında hayata geçirdiği Proje Kuluçka Programı da sanatçılara doğru destek sistem mekanizmalarını kurmak için ihtiyaç duydukları bilgi, araç ve programları sunuyor. 2014 yılında New Museum tarafından hayata geçirilen NEW INC ise bu anlamda dünyanın bir müze tarafından, sanat, tasarım ve teknoloji arasında inovasyon, iş birliği ve girişimcilik kapasitelerini geliştirmek için açılan ilk kuluçka merkezi. Merkez, 8 bin metrekarede ofisler, atölyeler, sosyalleşme ve sunum alanlarına ayrılan farklı noktalarıyla her yıl 100 üyeden oluşan disiplinlerarası bir komüniteyle yeni fikirlerin ilk tohumlarını atmak ve sürdürülebilir projeler geliştirmek için çalışıyor. NEW INC, bu açıdan bakıldığında kültür kurumlarının 21. yüzyılda var olmak için farklı iş modellerine, girişimciliğe, inovasyona ve her şeyden önemlisi bir ‘komünite’ye ihtiyaç duyduğunun farkında olarak kurulmuş bir platform.

Bütün bu ihtiyaçların farkında olan birçok kurum var. 2013 yılında ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, sadece bu ülkede 47 adet sanat odaklı kuluçka merkezi yer alıyor. Bunların çoğu kamu, yerel yönetim ve akademi destekli. Aralarında özel sektör tarafından kurulmuş olanlar da mevcut tabii ki. Bütün bunların yanında sanatı da kapsayan yaratıcı endüstrileri odağına alan yaratıcı platformların sayısı ise tüm dünyada giderek artıyor.

Türkiye’nin zayıf inovasyon zayıf karnesi

Dünyada tüm bunlar olurken, Türkiye’de kültür-sanat kurumlarının 21. yüzyılda ken- dilerini nasıl konumlandırdıkları, 21. yüzyıl yetkinliklerine nasıl hazırlandıkları veya tüm bunlar olurken nasıl bir strateji geliştirdikleri özellikle tartışmaya açılmalı. Bu yıl 45. yaşını kutlayan İKSV, bu yılın başında yayımladığı “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar” başlığını taşıyan raporunun yönetici özetinde kurum tarihinde ilk defa üç yıllık stratejik plan yazıldığından bahsediyordu. Acaba bu, 21. yüzyılda ayakta kalabilmek için yapılan bir hazırlık mı? İKSV’nin 45 yıldır gerçekleştirdiği festival, bienal ve etkinlikler bu yüzyılda kendisine nasıl bir karşılık bulacak? Gazete ilanları ve bannerlarla yapılan bir iletişim, nereye kadar devam edecek? İstanbul Müzik Festivali Direktörü ve İKSV Genel Müdür Yardımcısı Yeşim Gürer Oymak, bu yıl gerçekleşen 45. İstanbul Müzik Festivali basın toplantısında klasik müzik izleyicisinin kaybolduğunun ve bunun önemli bir sorun olduğunun altını özellikle çizmişti: “Dijital dünyanın nimetlerine alışmış yeni ve genç izleyici kitlesini festivallere ve konser salonlarına çekmeyi başaramazsak, 20 yıl sonra klasik müzik konserlerini müzede dinlemek zorunda kalacağız.” Oymak, festivalde kullanılan alışılmışın dışında mekânlar, genç müzisyenlere alan açan projeler, ücretsiz konserler, bu yıl klasik müziği farklı disiplinlerle buluşturan içeriklerle bu noktada tam da klasik müziğin ihtiyaç duyduğu taze kanı getirmek konusunda umarız başarılı olur. Bu noktada altı çizilmesi gereken bir diğer konu da, 45 yıllık bir kurumun, en çok ihtiyaç duyduğu şeyin aslında tam da az önce bahsettiğimiz Lidia Varbanova’nın bahsettiği kurum içi girişimcilik, inovasyon ve komünite olduğu gerçeği. İKSV, 50. yılına hazırlandığı noktada kendisine koyduğu ‘İstanbul’u dünya kültür-sanat başkentleri arasında ön sıralara taşıma, güncel kültür- sanat üretiminde etkin rol oynama ve kültür politikalarının oluşturulmasına katkıda bulunma’ amaçlarını gerçekleştirirken önümüzdeki yıllarda nasıl bir değişim stratejisi izleyecek? 45 yıllık, 80’den fazla çalışanı, 1 milyondan fazla izleyicisi, 4 binden fazla üyesi olan bir kurumun içinden yeni girişimler ve projeler çıkar mı, inovatif fikirler hayata geçer mi? Yoksa İKSV, önümüzdeki 45 yılda da aynı festivalleri yapmaya devam eder ve aynı gazete ilanlarını mı verir? İKSV’nin ekip yapısı ve çalışma metotları olduğu gibi kalır mı yoksa 21. yüzyıl yetkinliklerinden beslenen, içinde bulunduğumuz yüzyılın ihtiyaçlarına göre şekillenen bir organizasyon yapısı oluşur mu? Peki ya İKSV’nin en önemli misyonlarından biri olan ‘güncel kültür-sanat üretiminde etkin rol oynamak’, eser siparişleri, ortak yapımlar, bir kerelik verilen ödüller ve burslarla mı devam edecek yoksa güncel sanat üretiminde etkin rol oynamak adına yenilikçi bir yaklaşım benimseyecek mi?

2014 yılında vakıf tarafından İstanbul Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle, yaratıcı endüstrilerin gelişimi için bilgi-belge ve etkinlik merkezi işlevi görecek bir Yenilikçilik Merkezi kurulmuştu. Yaratıcı endüstrilerin yenilik üretme kapasitesinin geliştirilmesi, yaratıcı iş gücünün yetişmesine katkıda bulunulması, fikri ve sınai mülkiyet hakları, yaratıcı endüstrilerin ekonomik ve sosyal gelişimdeki rolünün önemi hakkında farkındalık yaratılması hedefleriyle kurulan merkez, ne yazık ki sadece bir arşiv niteliği taşıyan bilgi-belge merkezi olmanın ötesine geçemedi. Merkezin fiziksel hali ve dijital platformu, ne İKSV için ne de yaratıcı endüstrilerin gelişimi için bir ‘yenilik’ getirdi. İKSV’nin, 21. yüzyılla ve onun soruları, sorunlarıyla baş etmesi için en önemli araçlarından biri olacak bu merkezin tekrar aktif bir şekilde faaliyete geçirilmesi ve buranın dünya standartlarında bir ‘inovasyon’ merkezi olması gerek.

İKSV’nin Türkiye’deki kültür-sanat ekosisteminde bir ‘ekol’ olduğunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Dolayısıyla İKSV’de yetişmiş kişilerin şu anda yönetici ve çalışan olarak yer aldığı, ziyadesiyle İKSV modeli iş yapma anlayışıyla donanmış İş Sanat, Borusan Sanat, Akbank Sanat, Arter, İstanbul Modern gibi kurumların da bu yüzyılda kendilerini nasıl var edecekleri özellikle incelenmesi gereken bir konu. Bu yılın sonunda yıkılarak taşınması beklenen İstanbul Modern, aslında tam da bu açıdan şanslı bir noktada. Zira, 21. yüzyıl üretimi olan bir kültür kurumu olmasına rağmen, tam da yazının başında belirttiğimiz gibi 19. yüzyılın sanat pratikleri ve 20. yüzyılın organizasyon yapısı –ve de ne yazık ki 20. yüzyılın teknolojisi ile– sanat yapmaya çalışan bir müze. İstanbul Modern’in yıkılacak olması, doğru bir stratejiyle tekrar açılırsa tüm bu sorunları birer avantaja çevirebilecek konumda olması nedeniyle büyük bir şans. İstanbul Modern’in 2019 yılında tamamlanması planlanan yeni binası, sadece mimarisiyle değil; strateji, içerik ve programlaması ile de ‘yeni’ bir sanat anlayışı sunabilir. Bunun için mimariden içeriğe, deneyimden iş yapış şekillerine kadar, her noktada insan odaklı bir tasarıma ihtiyaç var. 2019 yılında açılacak İstanbul Modern hâlâ sürekli ve süreli sergi salonları, kütüphane, konferans salonu, restoran, mağaza gibi halihazırda var olan içeriklerinin üstüne bir şey eklemez veya bu içerikleri 21. yüzyıl yetkinliklerine adapte etmezse büyük bir fırsatı kaçırmış olacak. Müzenin dünü, bugünü ve geleceğiyle ortak bir payda yaratan, etrafındakilerin farkında olan ve onlara göre evrilen bir yapı olması gerekiyor. Bunun için de her şeyden önce, bütün bunların farkında olan ve farklı yetkinliklerin bir araya gelerek doğru bir sinerji oluşturduğu bir ekibin kurulmasına ihtiyaç var.

Geçtiğimiz aylarda Beyoğlu’ndaki eski yerine geri dönen Yapı Kredi Kültür Sanat ise bu anlamda ne yazık ki beklentileri karşılamanın çok gerisinde kaldı. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın yeni binası gerek form gerek işlev açısından 21. yüzyıl ihtiyaçlarının çok uzağında. Binanın fiziksel özellikleri kapsayıcı ve katılımcı olmaktan uzak, kamusal bir alan yaratmayı başaramıyor. Bu noktada ne yazık ki hayal gücü, yaratıcılık, yenilikçi iş gücü ve iş birliğine duyulan ihtiyacı karşılamıyor. Binanın girişinde konumlanan Yapı Kredi Yayınları, tüm heybetiyle İstiklal Caddesi’ne ihtiyaç duyduğu edebi zarafeti verirken, insanların kitap alma ve okuma alışkanlıklarından uzak olarak tasarlanan iç mimarisiyle ne yazık ki beklentilerin çok altında kalıyor. Binanın içinde farklı işlevlere göre şekilleneceği söylenen ‘loca’ isimli salon, gerek ismi, gerekse formu ve içeriğiyle bizi yine 19. yüzyıl sanat pratikleri ve 20. yüzyıldan kalma bir organizasyon yapısıyla karşılıyor. ‘Tiyatro, sinema vb. eğlence yerlerinde veya parlamento salonlarında özel bölme’ anlamına gelen loca, İstanbulluların kültür-sanatla ilişkisinde bir yer edinebilecek mi, yoksa belirli bir kitleye hitap ederek ‘özel’ bir yer olmaya mı devam edecek? Zira bu mekânın tasarımı da belediyelerin ‘çok amaçlı salon’larını hatırlatır nitelikte. Binanın en üst katında yer alan ‘kütüphane/araştırma merkezi’ ise bir ‘komünite’ geliştirmek yerine; etkileşimden, üretimden ve yenilikten uzak, bireysel ve kapalı bir alan sunuyor. Yapı Kredi Kültür Sanat, internet sitesinde yer verdiği şu cümle ile bu kütüphanenin kullanıcılarını net olarak çizmiş, kütüphanenin işlevini ise sınırlamış: “Yapı Kredi Araştırma Kütüphanesi araştırmacılara, üniversite öğrencilerine ve Yapı Kredi bünyesinde çalışanlara hizmet eder.” Peki günümüzde bir kütüphane veya araştırma merkezi; olası iş birliklerinin, yeni fikirlerin ve projelerin hayata geçtiği bir yer olmak yerine, sınırları ve çerçevesi belli, kullanıcısı sınırlı bir yer olarak varlığına nasıl devam eder?

Bu noktada Vehbi Koç Vakfı’nın (VKV) 2018 sonbaharında açılması planlanan ve Arter adını taşıyacak müzesinin gerek form gerek içerik olarak İstanbullulara, kültür-sanat ekosistemine ne gibi yenilikler sunacağı da bir merak konusu. Zira müzeyle ilgili şu ana kadar kamuyla paylaşılan bilgiler sınırlı. Bir kültür ve eğitim odağı olarak kurgulanan müze binasında sergi alanlarının yanı sıra bir heykel terası, performans alanları, diyalog merkezleri, konferans/toplantı/etkinlik salonları, kitaplık, konservasyon laboratuvarı, depolar, sanat yayınlarına odaklanan bir kitabevi ve yeme/ içme alanları bulunacak. Bu bilgiler ışığında müzenin, Türkiye ve dünyadaki diğer müzelerden form ve içerik olarak bir farkı olup olmayacağını söyleyemeyiz. Ancak Vehbi Koç Vakfı’nın farklı alanlarda kültür- sanat içerikleri üreten Arter, ANAMED, Sadberk Hanım Müzesi gibi kurumlarının ve VKV tarafından desteklenen etkinliklerin bu müzeye nasıl eklemlenecekleri, müzenin İstanbul’da kendisine bir komünite yaratıp yaratmayacağı merak konusu. Arter, 21. yüzyılın başında 19. yüzyılın sanat pratikleri ve 20. yüzyılın içerikleri ve organizasyon yapısıyla açılırsa, bu müze için yapılan yatırımın karşılığını alacağını söylemek ve 21. yüzyılın sanat ekosistemine katkısını ölçmek oldukça zor olacak.

Hayal gücü, yaratıcılık, yenilikçi iş gücü

21. yüzyılın ihtiyaç ve beklentilerinden bahsederken, yine bu yüzyıl içinde açılmış ve bu yüzyılın ihtiyaçlarına göre konumlanan, kendisini sürekli değiştiren, geliştiren, bu noktada değişimden de korkmayan bir kurumdan bahsetmek gerekiyor. 2011 yılında kurulan SALT, kendisini o yıllarda ne olduğu değil, ne olmadığı üzerinden anlatmayı seçmişti. “Müze, sergi mekânı, kütüphane, sanat merkezi, sinema ya da araştırma merkezi değiliz” diyen SALT, belki de 21. yüzyılda tüm bu tanımların geçerliliğini yitireceği, sorgulanacağı, birbirine geçeceği, anlam kayması yaşayacağını öngörerek, bu tavrıyla doğru bir adım attı. Garanti Galeri, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ve Osmanlı Bankası Müzesi fonksiyonlarını tek bir çatı altında toplayan SALT’ın kurucu direktörü Vasıf Kortun’un SALT Galata’nın açılışında kurduğu şu cümleler ise bu kurumun nasıl araştırma temelli bir organizasyon yapısıyla kurulduğunun altını çiziyor: “SALT, sabitleşmiş kalıplar yerine, araştırma, paylaşma ve birlikte yeni fikirler üretmeye odaklanıyor. Bir program fabrikası gibi işleyen SALT Beyoğlu’nun ardından, SALT Galata’nın araştırma ve paylaşma kapasitesiyle devreye girmesi sonucu misyonumuz tümüyle görünür olacak.” Bu noktada SALT’ın, İKSV’nin “Sanat Eğitimini (Yeniden) Düşünmek” başlıklı raporundan alıntıladığımız şu paragrafı tam olarak karşıladığını söylersek yanılmış olmayız: “Küreselleşen dünyada, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde, hayal gücü, yaratıcılık, yenilikçi iş gücü ve iş birliğine duyulan ihtiyaç artmaktadır. Sanat eğitimi, esnek ve farklı düşünce şekilleri geliştirebilmesi, duygusal gelişimi desteklemesi ve kurulan iş birlikleri aracılığıyla öğrenme ve beceri kazanmayı geliştirmesi açısından son derece önemlidir.”

SALT’ın iki tarihi binasını yeniden işlevlendirme çalışmaları da, bu noktada tam da önemini vurguladığımız yenilikçi iş gücü ve iş birliğiyle yürütüldü. Mekânsal kurgu, yapının özgün karakterini vurgulamak ve SALT’ın çokkatmanlı programının gereksinimlerini karşılamak için yeniden yaratıldı. SALT Galata’nın iç mekânları için farklı tasarım ve mimarlık ofisleriyle çalışıldı. SALT’ın bu çok katmanlı programı da yine bu anlayışla farklı kişi ve kurumlarla yapılan ‘iş birliği’ çatısı ile kurgulanıyor. 21. yüzyılda birey ve kurumların hayatta kalmaları, başarılı olmaları için öngörülen kavramlardan biri olan “T-shape” (T Modeli), SALT’ın kuruluşundan bu yana geliştirdiği ‘iş birliği’ kavramıyla da örtüşüyor. Farklı alanlarda uzmanlaşan kişi ve kurumlarla ortak içerikler üreten, programlar geliştiren SALT; kendi yetkinliklerini, kapasitesini başka kurumlar ve bireylerle bir araya getiriyor. SALT’ın bu noktada kültür-sanat ekosistemine önemli bir diğer katkısı da öğrencilerden araştırmacılara, sanatçılardan kültür profesyonellerine birçok kişiye araştırma, çalışma, iş birliği geliştirme, proje üretme imkânı tanıyan, yarı-tasarlanmış mekânlar ve sınırlandırılmamış alanlar sunması. Bugün SALT Araştırma’da üniversite sınavına hazırlanan bir öğrencinin, yarın bir sanatçı olmayacağını kim söyleyebilir? Veya bugün SALT’ta bulduğu boş bir masada çalışan bir grubun, SALT’ın hayata geçirdiği programların en sadık ‘bileşen’i olmayacağını kim iddia edebilir? Bu noktada SALT’ın açıldığı günden bu yana ‘ziyaretçi’, ‘izleyici’, ‘katılımcı’ gibi kelimeler yerine kullandığı ‘kullanıcı’ ve ‘bileşen’ gibi kelimelerin de üzerinde çokça düşünülmüş olduğunu söylemek ve bu tanımların doğru kavramlar, programlarla bir araya geldiğinde neler ortaya çıkaracağını hayal etmek önemli.

SALT’ın yolunu açtığı bu ‘iş birliği’ yapısı ve iş yapış modeli, geçtiğimiz aylarda kabuk değiştiren bomontiada Alt’a da örnek oldu. Artistik programlaması A Corner in the World ekibi tarafından yapılan bomontiada Alt, A Corner in the World ekibiyle bambaşka bir işleve büründü. Genç yaratıcıların buluşabilecekleri, deneyimlerini paylaşabilecekleri ve diyalog geliştirebilecekleri bir mekâna dönüşen Alt; performans sanatları, görsel sanatlar, yeni medya, ses ve malzemelere başvuran pratikler arasında köprüler kuran yenilikçi işlere alan açmaya başladı.

Tüm bu örneklere baktığımızda 21. yüzyılda kültür-sanat ekosistemi için de en önemli kavramların girişimcilik, inovasyon ve komünite olacağını söylersek yanılmış olmayız. Zira, kültür-sanat da diğer tüm sektörler gibi odağına insanı alarak üretiyor, tasarlanıyor ve değişiyor.