kültür.limited 2023 yılı sonunda 8 yıllık yayın hayatını sonlandırmıştır. Site, bir arşiv işlevi görmesi için açık bırakılmıştır.

Birlikte yaşamak mümkün mü?

26 Ekim 2018

*Bu yazı Istanbul Art News Eylül, 2018 Sayı: 54 Piyasa eki için yazılmıştır.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), her yıl hazırladığı raporların bir yenisini “Birlikte Yaşamak: Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek” başlığıyla yayımladı. Raporun çıkış noktası ‘yerleşik halklarla yeni gelenler arasında özellikle kültür ve sanat aracılığıyla oluşturulacak dayanışma bağlarının yeni aidiyetler çıkarabileceği’ iken, rapor incelendiğinde bazı temel eksikliklere rastlanıyor.

Kültür politikalarının oluşumunda etkin rol oynamak ve bu alandaki veri üretimine katkıda bulunmak amacıyla 2011 yılından bu yana düzenli olarak araştırmalar yürüten, raporlar yayımlayan, toplantılar yapan ve hem ulusal hem de uluslararası düzeyde birçok temas geliştiren İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), hazırladığı raporların yedincisini temmuz ayında “Birlikte Yaşamak: Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek” başlığı ile yayımladı. Kanada’daki Trent Üniversitesi’nden Dr. Feyzi Baban ile Wilfrid Laurier Üniversitesi’nden Dr. Kim Rygiel tarafından kaleme alınan rapor, farklı kültürler barındıran toplumlarda, özellikle mülteci ve göçmenler ile ‘ev sahibi’ nüfusun uzun vadede bir arada yaşama pratikleri geliştirmesinde kültür ve sanatın rolüne odaklanıyor.

İKSV tarafından geçtiğimiz yıl hazırlanan “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar” başlıklı raporu bu sayfalara taşırken “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar: Herkes İçin Kültür” başlığını atmıştım. Bu yeni rapor da tam olarak o ‘herkes’ kavramının kim olduğuna odaklanıyor ve o ‘herkes’in kültüre katılımı için bir parantez açıyor diyebiliriz. Rapor; özellikle zorla yerinden edilmiş insanlar, mülteciler, göçmenler, yani dünyanın dört bir yanına dağılmış yeni ‘misafir’lerle ilgili kültürel üretim, kültürel hayata erişim ve kültüre katılım gibi alanlarda bir değerlendirme yaparken kültürel çoğulculuk perspektifinden birlikte yaşamanın nasıl mümkün kılınacağını sorguluyor. Bunu yaparken de geçtiğimiz yıl “İyi Bir Komşu” başlığı ile düzenlenen 15. İstanbul Bienali’nden yola çıkarak ev sahibi, misafir, komşu gibi kavramlar üzerinden sorgulayıcı bir metafor sunuyor.

Emmanuel Levinas’ın ötekiden duyulan korku üzerine geliştirdiği ‘kendini evinde hisseden varlığın, huzurunu kaçıran yabancıdan duyduğu korku’ tanımı, bizi tam da bu noktada ‘evde hissetme’ ve ‘yabancılık’ kavramlarının ortasına bırakıyor. Bu noktada ‘ben’ (ev sahibi) ile ‘öteki’ (yabancı) arasında kurulan ilişkide hangi noktada ‘misafirlik’ten söz edebiliriz? Eğer misafir, ‘bir yere veya birinin evine kısa bir süre kalmak için gelen kimse’ ise dünyanın dört bir yanına dağılmış ve o ülkelerde yeni bir hayat kurarak kalıcı olmaya çalışan mülteci ve göçmenlerin ‘misafir’ olduğundan söz edebilir miyiz? Eğer “Ev sahibinin kuralları çoktan belirlemiş olduğu, misafirin ise ev sahibini rahatsız etmemesi için sadece bu kurallara uymasının beklendiği bir eve buyur edilmekle sınırlı olan bir sistem” mevcut ise bu noktada ne tür bir misafirperverlikten söz edebiliriz? Kendilerini sıkça ‘misafirperver’ olarak gören ve bununla övünen bir toplum olan Türkler acaba gerçekte ne kadar misafirperver?

Bir turnusol kağıdı olarak mülteciler

2011 yılında Suriye’de başlayan savaş, Avrupa’dan Asya’ya, ABD’den Orta Doğu’ya birçok ülkede büyük bir insan hareketliliğini de beraberinde getirdi. Ancak bu madalyonun sadece bir yüzü. Dünya genelinde geçtiğimiz yılın sonu itibariyle zorla yerinden edilmiş yaklaşık 70 milyon insan var. Herhangi bir devletle vatandaşlık bağı olmayan ve bu nedenle eğitim, sağlık, çalışma, kültürel hayata erişim ve katılım gibi birçok temel haktan mahrum olan insanların sayısının ise 10 milyona yakın olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’nin bu gerçeklerle yüzleşmesi ve deyim yerindeyse çeşitliliğe kucak açmak zorunda kalması ise ‘komşu’muz Suriye’de 2011 yılında başlayan savaşla Türkiye’ye gelen yaklaşık 3.5 milyon Suriyeli ile oldu. Suriye Savaşı, kendi kendimize “Acaba gerçekten misafirperver miyiz?” sorusunu sormamıza ve kendimize gerçekçi bir ayna tutmamıza yardımcı oldu. Bu noktada özellikle Suriyelilere olan tutum, tavır, yaklaşım ve söylemler adeta bir ‘turnusol kağıdı’ görevi görüyor. Ari Akkermans’ın Temmuz 2018’de Hyperallergic’te kaleme aldığı “The Challenges of Being a Syrian Artist Today” başlıklı makalesinde Suriyeli sanatçıların şu anda dünyanın her yerinde kültürel üretim, kültüre erişim ve kültürel ifade gibi konularda yaşadığı sıkıntılarla ilgili anlattığı vakalar da tam olarak bu tutuma bir örnek teşkil ediyor.

Dünyanın her yerinde toplumlar her geçen gün daha fazla çeşitlilik kazanıyor. Rapor, öncelikle kültürel çeşitlilik gösteren toplumlarda yaşamanın mevcut zorluklarını anlamaya yönelik arka plandaki bağlamı anlatıyor ve bunu yaparken de çeşitlilik konusunda hükümetler tarafından uygulanan ‘asimilasyon’ ve ‘çokkültürlülük’ yaklaşımlarına atıfta bulunuyor ve ‘birlikte yaşama’ya ‘radikal kozmopolitlik’ kav-ramı ile alternatif bir yaklaşım sunuyor: “Asimilasyoncu yaklaşımlar, gelişen çoğulculuğu ulusal bütünlüğün korunması açısından bir risk olarak tanımlar. Asimilasyoncu politikalar uygulayan hükümetler, yeni gelenlerden, ev sahibi toplumlara daha iyi entegre olabilmeleri için kendi kültürel bağlarından vazgeçmelerini talep eder. Çoğulcu politikalar ise farklı grup ve toplulukların kendilerine has kimliklerini tanıyarak, daha fazla çoğulculuğu teşvik eder. Ama bunu, bu yeni toplulukları ayrıştırma riskini de yaratacak şekilde yapar. Radikal kozmopolitlik hem asimilasyonculuk hem de çokkültürlülükten farklı olarak, birlikte yaşamaya alternatif bir yaklaşım sunar.” Birlikte yaşama konusunda bir alternatif olarak önerilen radikal kozmopolitlik kavramı ‘ev sahibi’ ve ‘misafir’ gibi kavramların karşısında durarak ve onları sorgulayarak, grup ve kimliklerin hiyerarşik sıralamasını reddeder. Yazarlar, bu noktada ayrıca kültür-sanatın, yeni gelenler ve yerel halklar gibi farklı gruplar arasında daha derin bir anlayış yaratarak çoğulculuğun geliştirilmesinde çok önemli bir rol oynayabileceğini söylerken, ayrıca sanatsal ve yaratıcı projelerin, topluma tam katılımın dışında bırakılabilen marjinalleştirilmiş gruplara yeniden ses kazandıran ve görünürlük sağlayan platformlar oluşturduğunu söylüyor. Rapor, yeni gelenlerle yerel nüfusun uzun vadede birlikte yaşamasını kolaylaştırmada özellikle kültür-sanatın rolüne odaklansa da daha derin bakıldığında, bu örnek ve önerilerin, birlikte yaşama pratiğinde başka birçok alanda da kullanılabileceğini söylemek mümkün. Bu noktada ‘birlikte yaşama’ kavramını konuşurken altını çizmemiz gereken bir diğer konu ‘asimilasyon’ ve ‘entegrasyon’ kavramlarının teoride karşılıklarının pratikteki uygulamalarıyla örtüşmemesi ve ‘çokkültürlülük’ adı altında ‘toplulukların birbirine değmeden yaşaması’nın bir sorun olarak nitelendirilmesi olabilir. Bu sorgulamalar bizi ‘vatandaşlık’ kavramını da yeniden irdelemeye ve kimin topluma ait olup olmadığının sınırlarını yeniden düşünmeye itiyor. “Kişinin yasal durumundan bağımsız olarak farklı şekillerde kamusal katılım gösterme, topluma aidiyet ve toplumla özdeşleşme yolları oluşturma ve yine yasal statüsünden bağımsız olarak kendini bir vatandaş(mış) gibi ortaya koyma yolları”, bu tartışmanın ortasında önem kazanıyor. “Dolayısıyla vatandaşlık, hem vatandaşların hem de vatandaş olmayanların kimliklerinin ve öznelliklerinin üretimidir. Toplumdaki hakim sınıflar ve gruplar kadar, vatandaşlıktan dışlanan ve vatandaşlığın parametreleri için mücadele veren ya da bu parametreleri sorgulayanların eylemleriyle de oluşturulur.”

Raporun “Radikal Kozmopolitliğin Geliştirilmesinde ve Yeni Gelenlerin İçerilmesinde Kültürel Üretimin Önemi” başlıklı dördüncü bölümünde kültürel üretimin dönüştürücü potansiyelinden bahsediliyor ve bu konu “Entegrasyon hedefiyle radikal kozmopolitliğin geliştirilmesinde bir platform olarak kültür-sanat” konusuna bağlanıyor. Kültür-sanat alanındaki dönüştürücü potansiyele Avrupa ve Türkiye’den örneklerle bakan rapor, özellikle Türkiye’nin tarihsel olarak göç alan bir ülke olmamasından dolayı entegrasyon konusuna çok hazırlıksız yakalandığını ve bu noktada kamu, yerel yönetim, özel sektör ve sivil toplumun birlikte uzun vadeli etki yaratacak bir politika geliştirmesi gerektiğini söylüyor.

İyi örnekler: Model, yaklaşım ve etki

Raporda kendini ifade etme, grup temsili ve kamusal alanda sesini duyurmanın bir aracı olarak kültür-sanat üretimini merkeze aldığı için yer verilen projeler, ‘alternatif mekanlar yaratarak, hayatın farklı alanlarından insanları –özellikle yerli halk ve yeni gelenler– bir araya getirerek topluluğun sınırlarını, yani kimin topluluğa ait olduğunu ve kimin ait olmadığını tayin eden anlayışları nasıl tartışmaya açtığını’ ortaya koyuyor. Türkiye’den yer verilen örnekler de radikal kozmopolitlik ruhunun cisimleştiği, kültürel çoğulculuğu teşvik eden kültür-sanat girişimleri olarak nitelendiriliyor.

Verilen örnekler arasında Türkiye’den Kırkayak Kültür, Hamiş Suriye Kültür Evi ve Suriyeli Kadınlarla Sanat Atölyesi gibi mikro düzeyde vatandaş inisiyatifiyle hayata geçirilmiş platformlar ile İKSV’nin 15. İstanbul Bienali ve 24. İstanbul Caz Festivali kapsamında geliştirdiği kurumsal projeler yer alıyor. Raporun Avrupa’dan ve Türkiye’den mülteci ve göçmenlere yönelik kültür-sanat girişimlerine yer verilen ek bölümü ise ne yazık ki kapsamlı bir araştırmadan çok bir örneklem özelliği taşıyor. Türkiye’den sadece üç örnek seçilen ekte Ad Dar, Sınırın Ötesinden Sesler ve Sirkhane Sosyal Sirk ve Sanat Okulu örnekleri yer alıyor. Tam da bu noktada radikal kozmopolitliğin buluşma noktası Pages ve bu konuda Türkiye’deki ilk platformlardan olan Arthere ise ne yazık ki kendine yer bulamıyor. Rapor için düzenlenen basın buluşmasında yazarlara bu platformların neden raporda yer almadığını sorduğumda da ne yazık ki net bir cevap alamadım. Ancak bu iki mekan da radikal kozmopolitlik ve kültürel çoğulculuğu sanat yoluyla geliştirmek açısından büyük önem taşıyor. Ben de bu nedenle raporda yer verilen platformlar üzerinden bir analiz yapmak yerine bu mekanlara ve başka projelere görünürlük kazandırmayı tercih ediyorum.

İstanbul’a yerleşmek için ülkesinden ayrıldıktan sonra çalışma ve üretim alanlarına ulaşmakta güçlük çeken Suriyeli sanatçılar ve Türkiyeli sanat profesyonelleri tarafından Kadıköy Yeldeğirmeni’nde 2014 yılında kurulan Arthere, savaştan ve siyasi rekabetten uzak bir sanatsal yaratma alanı olarak konumlanıyor. Sanatçıların çalışmalarını üretebilecekleri ve sergileyebilecekleri bir mekan olan Arthere, aynı zamanda içindeki kafe ile Suriyeli ve Türkiyeli komşulara bir ‘açık alan’ sunuyor. Düzenlediği atölye çalışmaları, gösterimler ve performanslar ile Suriyeli sanatçıları ve kültür alanında çalışan profesyonelleri de destekliyor. Platform, aynı zamanda sanat yönetimi programları ve sanatçı rezidansları ile sanatçıları temsil etmek ve geliştirmek adına çalışmalar yürütüyor.

Tüm kültürel ve sanatsal ifadeler, okumalar ve tartışmalar için bir zemin hazırlayan ve Suriye kültürünün dünyayı karşıladığı ve onunla tanıştığı bir ev olan Pages ise bir kitabevi ve kafenin birleşim noktasında kültürel üretim ve kültüre erişim konusunda önemli bir örnek teşkil ediyor. Atölye çalışmaları, dersler, eğitim programları, film gösterimleri, dinletiler ve daha birçok etkinliğe ev sahipliği yapan mekan, 2015 yılında Suriyeli yayıncılar Samer El Kadri ve Gulnar Hajo ile Zeynep Sevde Paksu tarafından kuruldu. Samer El Kadri’nin 2015 yılında BBC’de yayınlanan röportajındaki şu cümleler, Pages’in arkasındaki yaklaşımı ve bunun radikal kozmopolitlik bağlamında nasıl ele alınması gerektiğini açık bir şekilde tanımlıyor: “Biz sadece mülteci değiliz; aynı zamanda insanız. Suriye’de inanılmaz yetenekler var. Hayata odaklanmalıyız, bizim de bir tarihimiz var. Bize dünya şu an sadece bir açıyla bakıyor. Şimdi bunu değiştirmemiz gerek.” El Kadri’nin bu sözleri, rapordaki şu iki cümle ile birebir örtüşüyor: “… Suriyeliler artık mülteci, yabancı, vatandaş ya da bizden olmayan birileri değil, her zaman ‘öteki’ olarak tanımlanmış olmanın yükünden kurtulmuş, başkalarıyla etkileşime girebilen eşit insanlar olarak kabul ediliyor. (…) Suriyelilerin yalnızca savaşın zavallı kurbanları değil, aksine kültürel üretimde etkinler, onlar bu kentin sakinleri ve dışarıdan gelmiş birileri gibi görülmelerine izin vermek yerine, kentin sakinleri olarak etkin olmaları gerekiyor.” İşte tam da bu yüzde Pages ve Arthere gibi yerler de, içinde bulundukları mahallelerde Türkiyeli ve Suriyeli bireylerin ve daha makro düzeyde toplulukların birlikte yaşama meselesine kültürel çoğulculuk ve bunun sanat yoluyla geliştirilmesi perspektifinden yaklaşıyor.

Bu noktada komünite oluşturma, kapasite geliştirme ve kültürel çoğulculuğu sanat yoluyla geliştirme gibi farklı alanlarda sahip oldukları mis-yonla düzenlenen farklı projeleri de örnek verebiliriz. 2016 yılında Roberto Cimetta Fund tarafından çatışma bölgelerine yakın sürgün sanatçıların ev sahibi kuruluşları için hayata geçirilen “Fil manfa” adlı destek fonu, kapasite geliştirme konusunda büyük önem taşıyor. “Fil manfa”nın sağladığı destek, sanatçıların sanatlarını geliştirmelerine ve sanatsal uygulamalarını ve gelişimlerini sürdürmelerine olanak sağlamak için sürgündeki sanatçıların temel ihtiyaçlarına odaklanıyor. “Fil manfa” programı, bireysel sanatçıların ihtiyaçlarına uygun konaklama, eğitim, ağ kurma olanakları, materyaller, bilgi, danışmanlık ve sanatsal hizmetler gibi farklı noktalarda destekler sağlıyor. Bu noktada örnek verilebilecek bir başka proje de geçtiğimiz yıl İstanbul’da gerçekleştirilen, British Council, Scottish Documentary Institute ve Bidayyat for Audiovisual Arts tarafından düzenlenen “Syrian Stories” başlıklı yaratıcı belgesel atölyesi. Bu proje kapsamında da Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteci sinemacıların, kültürel üretim ve kültüre erişim gibi konularda uluslararası düzeyde desteklenmesi sağlandı. Geçtiğimiz yıl 13 Eylül – 20 Ekim tarihleri arasında 16 ülkeden 37 katılımcı ve sekiz mekanda 18 etkinlik ile ilk kez gerçekleşen Mahalla Festival de kültürel çoğulculuk için düzenlenen önemli bir etkinlik olarak gösterilebilir. 2016 yılının kasım ayında İtalya’da bir araya gelen bir grup sanatçı ve kültür profes-yoneli göç ve sanat arasındaki ilişkiye odaklanan bir dizi soru üretti. “Avrupa’daki göç krizinin bir skandal olmaya devam ederse, sanatçılar ve kültür çalı-şanlarının nasıl davranması gerekiyor? Avrupa’da ve ötesinde bu alanda nasıl ağlar yaratılabilir? Sürgündeki kültürel kimlikler ve 20. yüzyılın sözde enter-nasyonalizminin ötesine geçen sanatsal pratiğe bir ses verilebilir mi?” Bütün bu soruların ve daha fazlasının cevabı niteliğinde ise 2017 yılında 15. İstanbul Bienali’ne paralel olarak Mahalla Festival hayata geçirildi. Festival, deneyim alışverişinde bulunmak, kültürel alanda ortak stratejiler geliştirmek ve uluslararası düzeyde yeni bir sinerji yaratmayı amaçlıyordu.

Başka ne olabilirdi?

İKSV tarafından hazırlanan bu rapor yine ayrıntılı bir araştırma ve incelikli bir yaklaşımın ürünü. Ancak bu rapor ne yazık ki günümüz ihtiyaçları, teknolojileri ve yöntemleri ile ele alındığında bazı noktalarda yetersiz kalıyor. Raporda yer verilen Avrupa ve Türkiye’deki kültür-sanat girişimlerinin haritası dijital ortamda Graph Commons platformu kullanılarak haritalanabilir ve bu sayede bu girişimlerin ortak noktaları, faaliyet alanları, fiziksel olarak bulundukları yerler vb. konular daha rahat bir şekilde takip edilebilir. Raporun içinde hiçbir grafik, veri görselleştirme ve fotoğrafın yer almaması, okuyucunun raporla bağ kurmasını ve okumasını da oldukça zorlaştırıyor. Bu noktada özellikle raporun içindeki çarpıcı verilerin görselleştirildiği, raporda adı geçen örneklerin fotoğraflarla desteklendiği bir anlatım, metin ile bağ kurulmasında kolaylaştırıcı bir rol üstlenebilir ve özellikle empati yaratma konusunda yardımcı olabilirdi. Keza bu noktada akla takılan bir başka soru da, Avrupa ve Türkiye’den verilen örnekle-rin yanında Orta Doğu’da, Suriye’nin diğer komşularında birlikte yaşamak adına neler yapıldığı ve bunun kültürel çoğulculuğu sanat yoluyla geliştirmek perspektifinden ele alındığında Avrupa ve Türkiye’deki örneklerle ne gibi benzer ve farklı yanları olduğu.

‘Birlikte yaşamak’, peki ama nasıl?

“Birlikte yaşamak insan toplumsallığının temelini oluşturur ve bazen insanları özgürleştiren, ama bazen de özgürleştirmeyen şekillerde ilişkiler kurarak insanlar arasında kaçınılmaz bağlar yaratır.” Raporun sunuş yazısında İstanbul Kültür Sanat Vakfı Kültür Politikaları Çalışmaları Direktörü Özlem Ece, raporun çıkış noktasını şu cümlelerle özetliyor: “Yerleşik halklarla yeni gelenler arasında özellikle kültür ve sanat aracılığıyla oluşturulacak da-yanışma bağlarının yeni aidiyetler çıkarabileceğine inanıyoruz.” Raporun yazarları tarafından kaleme alınan giriş yazısında ise bu inanç kendine şöyle yer buluyor: “Kültür-sanat, farklı kültürler barındıran toplumlarda katılım ve birlikte yaşamanın teşvik edilmesi ve yeni gelenlerin entegrasyonu konularında dikkate değer bir rol oynayabilir.” Raporun arkasındaki yaklaşım ve yer verilen örnekler de bu noktada belirli kültür-sanat projelerinin gelenek-sel ikiliklerin ötesinde yeni bir aidiyet anlayışına olanak verebilecek yeni alan-lar ve topluluk biçimleri yaratacağını gösteriyor.

Birleşmiş Milletler verilerine göre yaklaşık 232 milyon kişi, kendi ülkesinin dışında yaşıyor. Peki burada geçen ‘kendi ülkesi’ hangi bağlamda ifade ediliyor. Kişinin ‘kendi ülkesi’ ne zaman ‘kendi’nin olmaktan çıkar ve aidiyet kavramı kişiler, toplumlar ve ülkeler söz konusu olduğunda tekrar ele alınmalı mıdır? Söz konusu kendi ülkemiz –haydi evimiz diyelim– olduğunda, gerçekte ne kadar misafirperveriz ve komşularımızı ne kadar seviyoruz?