Röportaj: Meriç Öner (SALT Araştırma ve Programlar Direktörü)

12 Nisan 2017

Kültür sektöründe devir teslimlere çok alışık değiliz. Hele ki kendini sürekli sorgulayan, değiştiren, bozan, yeniden yapan, değiştiren, dönüştüren, geliştiren kurumlar ise bir elin parmaklarını geçmez. SALT Araştırma ve Programlar Kurucu Direktörü Vasıf Kortun‘un, Mart ayı sonunda SALT’taki görevinden ayrılırken yaptığı “Kurum Soruları” başlıklı konuşma; SALT’ın kurulmadan önceki yol haritasından günümüze kültüre, kültür kurumlarına, kurumsallaşmaya, güncele dair farklı bakış açıları geliştirirken, geleceğe dair ise oldukça belirsiz, ve bir o kadar da ucu açıktı. Meriç Öner de SALT’ın ve kurumların geleceği ile ilgili aynı yaklaşımın altını çiziyor. Bunun nedeni, belki de geleceği şekillendirirken onun için bir rota çizmenin kifayetsizliği ve gelecek tahayyülü yaparken günlük manevraları kaçırma olasılığı. SALT’ın yeni Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner ile 15 Mart günü; SALT’a, SALT’ın dünü ve bugününe dair konuştuk. SALT’ın geleceğini ise, bugüne bakarken düşünmemeye karar verdik.

Size göre SALT nedir?

Bunun zor bir soru olduğunu düşünüyorum çünkü tarif etmeye kalkınca sınırlamış oluyoruz sanırım. Ama nitelikli bir kültür kurumu olarak bugünün sorularını çoğu yerden önce sormaya çalışan ve bunların cevaplarıyla uğraşan hummalı bir hâli var diyebilirim.

Peki, biraz daha kişisel olarak yaklaşırsak, SALT sizin için ne ifade ediyor? 

Bu alana dönük deneyimimin çok büyük bir kısmını SALT’ta geçirdim. SALT’ın kurulmasından önce böyle bir oluşuma gidildiği için Garanti Galeri’de işe başladım. O tarihte çalışmaya başlamam uzun vadede bu üç kurumun nasıl bir araya geleceğini tartışmak, çokça da o dönemde Garanti Galeri’nin işlerine destek olmak içindi. Benim için neticede bir çeşit ikinci ya da üçüncü kez büyüdüğüm okul oldu SALT. Çünkü bütün süreci hem kurarak, hem bozarak, hem yeniden düşünerek yaşadım. SALT’ın kişisel, duygusal başka bir yeri var tabii ki bende.

SALT son dönemde “disiplinlerötesi” kavramını sahipleniyor ve bu kavram üzerinden kendini anlatıyor. Siz bu yaklaşım ve içeriği nasıl tanımlıyorsunuz?

Disiplinlerötesi aslında SALT’ın kuruluş aşamasında, daha SALT ortada yokken tartışmaya açtığımız bir alandı. 2009-2010 yıllarında Garanti Galeri ve Platform Garanti ortak bir “transdisipliner” konferans dizisi gerçekleştirdi. O dönemde Garanti Galeri, Platform Garanti ve Osmanlı Bankası Arşivi ve Araştırma Merkezi birlikte çalışarak yeni bir kurum oluşturma sürecindeydi. Doğal mirasları farklı alanlara dokunuyordu. Bu tartışmanın genişlemesiyse SALT bünyesinde mümkün oldu. Bir kuruma sanat kurumu veya mimarlık kurumu denmesi, ya da onun sanat, mimarlık, fotoğraf departmanlarına bölünmesi gibi yaklaşımların içeriği sıkıştırmasına tepki olarak kullanılan “disiplinlerötesi” joker bir kelime. Çok fazla anlam yüklemek de doğru değil, çünkü bu meselenin uygulamalarında neredeyse bir fıkra niteliğinde, “bir mimar, bir sanatçı, bir müzisyen bir araya gelerek…” diye tariflendiği örnekleri görüyoruz. Önemli olan herhangi bir disiplini bir sınırla tarif etmemek. SALT’ın hem geçmişinden gelen, hem de bugün artan bileşenleriyle daha geniş bir bakış açısı var. İşte bunu zaman zaman tanımlamak gerektiğinde bu kelimeyi kullanıyoruz. Etkinliğin belli bir alana sıkışmadığını, hatta aktif çalıştığımız alanlardan çok diğerlerinin yorumlamasından beslenebildiğimizi tarif etmek için kullanıyoruz. İçerik geliştirirken her alanın her bilgisini göz önünde bulundurduğumuzu iddia edemeyiz ama dert edilen konuyu ortaya koyduğumuzda farklı alanların yorumuna, müdahalesine açık hâle getirmiş oluruz. “Disiplinlerötesi” yaklaşımın en değerli olduğu yer o karşılaşma anı. Gözümüzden kaçanları gösterebilecek bir pozisyon kurmaya yarıyor.

SALT, bugünden bakıldığında nispeten yeni bir kurum ama geçmişinde başka birçok kurum var. Bir yandan da kültürel alanda kurumsallaşmayı, haltallaşmayı, yavaşlamayı, sınırların içine hapsolmayı, eskiye tutunmayı, eski kurumlara dayanmayı reddediyor. Bir yandan da ortaya çok yeni bir şey çıkarıyor. Çıkardığı yeni şeyde kültürle araştırmanın yapısı aslında hibrid. Bunu Türkiye’deki kültür endüstrisinin içinde nasıl konumlandırıyorsunuz? 

Geçmiş kurumların kritik bir özelliği var. İçinde bulundukları bağlamı inceleyecek alanlar yarattılar. Yeni bir kurum ise yeni bir sorgulama demek. “Önceki kurumların mirasından nasıl daha çok faydalanılabilir, bunun bize açabileceği kapılar var mı?” benzeri sorular yerel bağlamdaki üretime ipucu verdi. En belirgin uyarıcı da “arşiv” aslında. Asıl takıntı “yeni” olmak değil çünkü yeni olmak da bir eğilim yalnızca. Kendini sürekli yenilemeye çalışmak da başka bir çeşit köhneleşmek bir taraftan. Burada kritik olan bir hayali modele, beğenilip kopyalanmış bir modele dönüşmek ve onun içini doldurmaya çalışmak yerine içindekilerden, içinde bulunduğun koşulların sorunlarından haberdar olarak doğallıkla yeni konuşma başlıkları açmak. Türkiye’de çok benzer bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Zaten benzerliğin de pek iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şu anda mevcut kurumların hepsinin kendilerini temsil ettikleri yerde kendilerini sorgulayarak ilerleyeceği birçok farklı yön var. SALT’ın yönelimlerinde altta süren giden bir geriye dönük sorgulama hep var. Hantallaşmayı engelleyen en temel araç bu.

“Riski göze alarak, yaptıklarımızı değiştirerek, bozarak.” demiştiniz. Kurumların üç yıllık strateji planı, on yıl sonrasına dair hayali gibi şeyler vardır. Burada aslında biraz daha “Gün içinde bir şey deniyoruz, yapıyoruz, ondan aldığımız doğru veya yanlışla bir sonrakine gidiyoruz.” gibi bir yapı SALT’taki.

Farklı katmanlar var. Bazı konuların tabii ki uzun vadede oluşması ve sürekli olması hedefleniyor. Mesela arşivden nitelikli bir varlık göstermesi belli bir vadede beklenebilir. Çünkü ancak o zaman birbiriyle karşılaştırılabilir ve tartışılabilir bir içerik birikir. Ama anlık bir kamu programında bir atölye hayal ettiniz ve hayal ettiğiniz gibi olmadı. Onun dersi oradadır. Yenisini aynı şekilde denemezsiniz. Oysa bazen hakikaten pek çok anlamda başarısızlığa uğramış ama kendi içinde tutunduğu iki-üç değeri olan bir konuyu tekrar etmeyi göze alırsınız. Çünkü henüz ulaşmadığı bir yer olduğunu sezersiniz. Kimi konulara çok uzun süre başarısız olma hakkı tanımak gerekiyor en azından. Bunların değerlendirmesini yapmak önemli ve bu işi niteliksel olarak yapmaya çalıştığınız sürece oldukça zorlu bir değerlendirme bu…

İzleyici sayısı üzerinden bir kriter geliştirmedikçe…

Evet, dışarıdan gelen bilgi, tepki ve konuşma çok değerli oluyor. Bizden bağımsız yakın zamanda yürütülmüş bir araştırma var. Geri bildirimi bizim için çok önemli oldu. SALT Araştırma’nın kullanıcılar tarafından büyük oranda tüm içeriğiyle anlaşıldığını öğrendik. Bu ancak 5-6 senede varılacak bir yerdir mesela. İlk 6 ay bunu bekleyip bundan vazgeçmek söz konusu olamaz demek istiyorum.

Kuruluş aşamasından itibaren odağınızda araştırma, sorgulama, üretme gibi kavramlar var ve bu kavramlara bakarak ve bir önceki sorudan yola çıkarak aklıma şey geliyor: Aslında yapılan şeyler net: Sergi, konuşma, atölye vs. Ama alt başlıklarda “Bak Kim Var?”, “Kitaba Dönüşmek” gibi birtakım seriler ve tüm bunları bir araya getiren farklı şeyler var. Yine sergilerinizde farklı seriler var. Bütün bunlarda, bu araştırma, sorgulama ve üretme kavramları nasıl bir denge içinde? Hepsi hep beraber mi yoksa bazen biri mi?

Araştırma, sorgulama her adımın başı, çıkış noktası olmasını arzu ettiğimiz şey. Soruların cevaplarını, formatın belirleyici olmadığı; araştırma ve sorunun bir yol tarif ettiği, kamuyla buluşmak için bir biçim tarif ettiği süreçler olarak örgütlemeye çalışıyoruz. Senin de iyi takipçisi olduğun Perşembe Sineması bunlardan biri. Biz şehirle her zaman uğraşıyoruz, şehir bizim içinde bulunduğumuz ortam. İstanbul genelinde olan biten belirleyici örneğin. Ama bunların hepsini aynı cümleler, aynı bakış açıları ve aynı katılımcılarla sürekli ve sürekli konuşmanın da bir sınırı olmalı. Buna biraz daha geniş bakabilecek bir yöntem Perşembe Sineması. Üçüncü senesine başlayacak. İçinde bulunduğu dönemin kritik bir yanını ele alarak güncelleniyor. “Kitaba Dönüşmek”, bizim Robinson Crusoe 389’la bir arada yaşamamızın bir sonucu. Başlangıç noktası, projenin kendisi ya da sondaki biçim olmayınca doğal olarak hep araştırmayı, sorgulamayı, hangi içerikle bunun en doğru şekilde tartışılacağını ele almak gerekiyor.

Burada şöyle bir fark var, konuşma, atölye veya performans hep bir şeylere paralel olarak yapılır. Ama burada bütün yapının içinde kendisi bambaşka bir program olarak konumlanıyor. Yapılan bir sergiye paralel olarak değil, kendi varlığı, bir bütünlüğü olan bir şey. Bunun ortaya çıkışında yine ekip işi mi var yoksa dediğiniz gibi bir arada yaşamanın sonuçları ya da şehirle kurulan ilişki mi?

Sanırım sergiye olan yaklaşımımızı konuşmamız lazım bunu anlamak için. Sergi, içeriği belki retrospektife yaklaşan en klasik anlamıyla düşünebileceğimiz bir sergi dâhi olsa, başlangıç noktası yine bir veya birkaç soru. SALT’ın o konuyu, o sanatçıyı ele almasının aciliyeti, sebepleri nedir? Her bir içerik de bir tartışmanın tetikleyicisi gibi. Bu bakımdan bir serginin uzanabileceği çok sayıda nokta var ve asla bir son söz olma ihtiyacı yok. Bütün bu özellikleriyle “sergi” aslında bir kamu programı, uzun süreli bir kamu programı. Sergi temelinde nasıl bir soruysa, bunun dışında sorduğumuz bir sürü soru daha var. Onların yanıtlarının da formatlarını keşfetmek, hangi ortamda faydalı olacağını tespit etmek önemli. Belki Perşembe Sineması çok sinsi ve beş senede birikim yaratabilecek bir programdır ya da zaten belki hiç etkisi yoktur. Netice katılımcıya bağlı öte yandan.

Bu sergilerin ve programların bir tartışma yaratmasını istiyorsunuz ve en başından beri SALT’ın varoluşunda bu var. Peki baktığınızda yeterli veya hayal ettiğiniz kadar tartışma ortamını görebiliyor musunuz?

Bunun da birkaç türlü yanıtı var. Bazılarının tartışması zaman içerisinde beliriyor. Bazı konular bize döndüğünde o anda atılmış olan tohumun yavaş yavaş tuttuğunu görebiliyoruz. Bazılarının çok daha topluma yaygın olarak hâkim olan tartışmaların birkaç adım öncesinde başlatıcısı olduğunu iddia etmek değil, sadece sezgisel olarak doğru zamanda ortaya konmuş sorular olduğunu söylemek mümkün. Bunu da görebiliyoruz. Bu yüzden bazı durumlarda belki genel ortama bir başlatıcılık değil bir katkı sağlandığını, bir ilk karşılaşma imkânı yarattığını düşünmek mümkün. Bir kısmı da kuşkusuz çok daha sessiz, belki çok kritik soruları çok da yüzeye çıkaramadan küçük küçük olup geçiyordur. Çok yoğun bir üretim var. Neticede söylediğiniz tartışma kısmı bizim kimi zaman belki odalarda başlatıp üstlendiğimiz ama diğer taraftan başka bir yerde sürmesini ve bize yanıt, soru ya da isyan olarak dönmesini tercih ettiğimiz bir şey.

Tam olarak onu sormak istiyordum aslında. Başka yerlerde sürüp giden ve sonra size dönen neler var?

Pek çok konu dönüyor. Özellikle uzun soluklu araştırma projelerinin uzun ömürleri oluyor. Bazen uluslararası ortamda kendilerine yer buluyor. Bazen bizimle birlikte devamı geliyor. “80’ler” böyle bir araştırma alanı mesela. “Nerden geldik buraya” (SALT Beyoğlu ve SALT Galata, 2015; SALT Ulus, 2016) sergisindeki konular bugün tekrar tekrar dönüp bakmaya ve farklı açılardan ele almaya müsait. SALT’ta sergi olan bir konu, bu aracılık sayesinde SALT’tan bağımsız yayınlara dönüşebiliyor. Bazı araştırmaların zamanla akademiye sızdığını fark ediyoruz. SALT’ın çeşitli sorularını benimseyerek dünya çapında yazılan çok tez var. Neyi kurmaya çalıştığını dert eden bir kurumuz ve bunun üzerinden bir geri bildirim alıyoruz. Öte yandan saltresearch.org’dan çıkan bir belgeyle belki de hiç haberdar olmadığımız yeni bir tartışmalar olması muhtemel. En büyük hayal de bu. Kaynaklar o kadar yoğun ki, SALT ekibi olarak biz bunların hepsini biliyoruz, yorumladık, buyurun, hazır demek mümkün değil. Büyük mücadele arşivin farklı biçimlerde dolaşıma girdiğinden emin olmak.

SALT’ta seyirci ve izleyici yok, SALT’ta katılımcı var, Vasıf Kortun’un da dediği gibi “bileşen” var. Burada SALT’ın o kişilerle olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

SALT’ın tariflerinin mümkün olduğunca ince hatlarla çizili, hassasiyet alanları var. Onların biri burayı ücretsiz ve herkesin kullanımına açık yaparak bunu asla “Herkes zaten SALT’ı kullanıyor.” havasına dönüştürmeyecek dürüstlükte olmak. Bu sebeple “Katılımcı kim?” diye sorarsan tabii ki SALT’ta gördüğün bir grubun izleyici, bir grubun katılımcı olduğunu söylemek lâzım. İzleyicilik ve katılımcılık karşı tarafın elinde duran güç bir bakıma. Bunun teşvik edilmesi yolundaki yöntemler çoğu zaman hayli yapmacık. “Giriş ücretsiz olduğu için SALT’a bütün Türkiye gelir.” demek gibi. Bu tür bir katılımcılıktan söz etmediğimizi, teşvik etmediğimizi öncelikle kaydedelim. Katılımcılık, SALT bağlamında kullanıcılık olabilir. Mesela SALT Araştırma kaynaklarını kullanmak. SALT’ın kendi araştırdığı alanlarda her zaman bildiğini paylaşma eğilimi var. Amatör arşivcilik atölyeleri bunun bir yansıması. Bunun bir parçası olmak bir kullanılıcılıktır yine.

Bileşenler meselesine gelince, içinde bulunduğumuz SALT Galata yapısında, sahip olduğumuz mekânları tartışmak isteyip yer bulamayan ekiplere, buna ihtiyacı olan gruplara, sivil toplum örgütlerine açarak başlattığımız bir etkileşimin uzantısıdır. SALT Beyoğlu’nda vaktiyle mutfağı kullanan “Gastronomika”, yine orada Ahmet Öğüt’ün başlattığı ve sonra kendi yoluna devam eden “Aciliyet Mektebi” ekibi, bunlar en biçimli örnekler. Bu birliktelikler, kurumun kendi fikri ve ajandasını empoze etmeden mekândan, yerden, daha önemlisi paylaşılabilir kaynaklardan yararlanmak isteyenlere açık olmak üzerine kurulu ilişkiler.

Katılımcılığın sulandırılabilir formülleri var dünyada. Ben “katılımcı” kelimesine biraz daha şüpheci ve mesafeli kalıyorum. Neticede burada bir içerik üretiliyor ve içeriği izlemek veya kullanmak katılımcı olmak anlamına gelmiyor. Ama mesela SALT Araştırma Fonları benim gözümde bir fon, bir maddi destekten çok bir katılımcılık programıdır. Bizim yapılan çalışmalardan öğrendiğimiz, ufkumuzu genişlettiğimiz ve kamuya açık tartışılmasını sağlayarak sadece akademiden dışarı çıkardığımız konuları konuşmaya açtığımız bir ortam. Fonu alanlar SALT’ın katılımcılarıdır.

İKSV’nin geçtiğimiz haftalarda “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar” başlıklı kültür politikaları raporunu yayımladı. Oradaki “katılımcı” kelimesini bir şekilde doğru konumlandırmıyorsunuz, SALT için doğru olduğunu düşünmüyorsunuz.

“Kullanıcı”nın daha dürüst bir kelime olduğunu düşünüyorum, arşiv ve diğer kaynakları temel alarak. Bunlardan faydalanılması; bunların üzerine söz söylenmesi, dolaşıma sokulması, birilerinin bunları kullandığı anlamına geliyor ama bize katıldıkları anlamına gelmiyor.

“Katılımcı” kelimesi aslında burada biraz da “engagement ” üzerinden kendine yer buluyor İKSV’nin raporunda. SALT’taki bütün o perspektiften, o çerçeveden çok, engellilere, gençlere, daha farklı kitlelere nasıl değdiğiyle ilgili…

Birazcık kozmetik bir şey bence orada konuşulan. İçeriği ve içeriğin niteliğini değil, yapısal koşulları ve kategorileri değerlendiriyor. Bunların önemsiz olduğunu söylemiyorum, zaten kendiliğinden var olması gerekenler. Yapınızın engelli girişine açık olması, genç birisi geldiğinde güvenlik görevlisinin kışkışlamaması zaten olması gerekenler. Bunların yaşanmasını bir kalite olarak tarif ettiğinizde çizgiyi aşağıya koyuyorsunuz. Kanımca asıl kritik olan her kim olursa olsun geldiğinde karşılaştığının niteliği.

Katılımcılığı bu kriterlerin dışında nasıl değerlendirebiliriz diye düşündüğümde dolaylı ama kıymet verilen bir türünü SALT Galata genelinde ve mekân olarak SALT Araştırma’da yaşadığımızı fark ediyorum. Son senelerde SALT Araştırma’nın kullanıcıları lise öğrencilerinin katılımıyla müthiş değişti. Zamanla bütün yapıya yayıldılar. Sabahları kapıda kuyruk olup açılış saatini bekliyorlar. Öngörülenden bambaşka, çok yoğun bir kullanımı başlattılar. Buna karşılık SALT Araştırma’daki yayınları kullanan araştırmacıların artan çalışma mekânı ihtiyacını göz önünde bulundurduk ve kaynak kullananlara açık tutulan SALT Araştırma Ferit F. Şahenk Salonu’nu projelendirdik. Kullanıcı ve katılımcı tartışmalarında böyle dönüşümlerin konuşulmasını önemli buluyorum.

Son yıllarda özellikle konuşulan 21. yüzyıl yetkinlikleri diye bir kavram var. Tüm jenerasyonların ilk defa iç içe olduğu, Y jenerasyonunun iş hayatında ve sosyal hayatta X’in önüne geçmesi, yeni öğrenme biçimleri. SALT’ın bütün bu kavramlar ve karşılaşmalarla nasıl bir ilişkisi var?

Stratejik bir ilişkisi yok öncelikle, yani bunları göz önünde bulundurarak “stratejiler” geliştiren bir kurum değiliz. Bunlar muhtemel ki yeni bir para kaynağı, muhtemelen yeni bir yapılanma sebebi. Tespitlerin tümüyle yanlış olduğu anlamına tabii ki gelmez ama bir kuşku duymayı da gerektirir. İçinde bulunduğumuz koşulları yaşıyoruz, deneyimleyebiliyoruz. Deneyimlerden yola çıkmak ve yazılı kategorilere aklını fikrini kaptırmamak önemli.

Bu anlamda kendi sorularımızı taze tutmaya çalışıyoruz. SALT’ın sağlamaya çalıştığı erişim nedir? SALT’ın isminin bilinmesinin bir anlamı var mı, yoksa hep içerikle ilişkili olarak var olması mı anlamlı? Mekân belirleyici mi? Yoksa SALT Araştırma’nın 1.700.000 belgeye ulaşan çevrimiçi varlığı mı belirleyici? Arşiv bütünüyle sanal dünyada. Bizim aracılığımıza ihtiyacı yok, buraya gelinmesine gerek yok. Bunu sahici bir 21. yüzyıl yetkinliği sayabilirsiniz herhalde. Öte yandan farklı mecralar için dışarıdan hizmet almaya yatkın eğilimden çok uzağız. Tam tersi web üzerindeki üretimimizde, düşünme ile yapma hızını eşitleyebilmek için ekibimizde bir yazılım mimarı ile çalışıyoruz. Belki de güne en uygun yaklaşım budur ama tipik sohbetlerde salık verileceğini sanmıyorum.

Neticede kuşaklar ne olursa olsun önemli olan imkânlar ve o imkânları mümkün olduğu kadar hakkıyla kullanmak. Teknolojinin bizim yapamadığımız neleri yapabildiğine dair merakımız çok yüksek, düşünmemize ne bakımdan aracılık edebileceğine dair merakımız çok yüksek. Refik Anadol’un 20 Nisan’da açılacak “Arşiv Rüyası” isimli sergisi bunun bir uzantısı. Arşivin tümüyle dijital olması, dijital olduğu için geniş tabana yayılması en başından beri asıl konumuzdu. Belgelere sahip olmanın hiçbir özel değeri yok. Refik Anadol’un projesinde dijital içeriğin başka olanakları değerlendiriliyor. Proje, 1.700.000 nesne içerisinden birey olarak ortaya çıkaramayacağımız ilişkiler, ayrılıklar üzerinden bir öğrenme biçimi tanımlıyor. Yeni öğrenme biçimi sadece jenerasyonlara özgü değil anlayacağınız.

Biraz da yine kuruma değil, size ve ekibe yönelik bir soru. Hep tartışmadan bahsediyoruz, bu aralar SALT ekibi neleri tartışıyor, konuşuyor?

Bu aralar SALT ekibinde birkaç yeni konu var. SALT’ın üyesi olduğu L’Internationale müzeler konfederasyonunun ilk beş yıllık programı 27 Nisan’da açılacak Sanat Kullanımları: Son Sergi ile tamamlanacak. Bu ilk dönemi The Uses of Art [Sanat Kullanımları] başlığı altında çalıştık. Dünyanın hayli değiştiği 1989 eşiğini temel alan altı kurum hem kendi içeriklerini üreterek, hem de ortak içeriklerle 80’leri çalıştı. Programın bütünü Avrupa Birliği fonu ile desteklenmişti. Önümüzde yeni bir dönem var ve başvuru hazırlığındayız. İçeriğe dair yoğun bir çalışma hâlindeyiz. Yine L’Internationale işbirlikleri uzantısında SALT’ta açılacak olan Office of Useful Art [Yararlı Sanat Ofisi] programına hazırlanıyoruz. Program, sanatçı Tania Bruguera’nın 10 senedir üzerinde durduğu Arte Útil kavramının etrafından kurulan uluslararası bir yararlı sanat arşivi ile SALT’ın bileşenlerinin katılımıyla desteklenecek konuşma, tartışma ve projeleri kapsayacak. Bunun dışında tabii ki hafif seyirde bir değişim sürecindeyiz. Bugüne kadar yaptıklarımızı gözden geçirmek ve yönelimlerimizi tazelemek, dönüştürmek için yeterince deneyim biriktirdik. Bazı konuları yeniden ele almak için iyi bir dönem. Ekibe bize meraklı olduğumuz bakış açılarını getirebilecek meraktaki kişileri dâhil ederek başladık bu işe.

Peki SALT bileşenlerinin ya da kullanıcılarının neleri tartışmasını istiyorsunuz bu ara?

Bizim bu konuda hiç baskın olmamız gerektiğini düşünmüyorum doğrusu.

21. yüzyılı konuştuğumuzda yine hep kütüphane, arşiv, araştırma merkezi gibi daha geleneksel yapıda olduğunu, aslında daha az insanın umursadığı diyelim, kavramların bu yüzyılda nasıl değişeceğini veya nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz? Çünkü, araştırma merkezi denilen şey bir şekilde hep vardı, ama “araştırma” kavramı belki de o kadar göz önünde değildi. Çünkü herkes kapalı kapılar ardında kitabı tek başına okuyup oradan bir çıktı çıkarmak ve o çıktıyı yine akademik dünyada dolaşıma sokmak olarak düşünüyordu. Oradan kamusal bir şey çıkarıp onu herkesle tartışmaya açmanın artacağı ve bunun başka şekillere dönüşeceğini düşünüyor musunuz?

Benimkisi gelecek tahmini değil de bir temenni olabilir. Bu söylediğin biçimde, özellikle akademiye has kurallarla içerik üretme birbiriyle yarışa, rekabete dayalı bir durum. SALT’ta araştırma aşamasında, bir konuda söylenmişleri az çok bilerek gerçekte yalnızca o söylenen mi var sorusuyla devam ediyoruz. O normun dışındakini bulup ve ezbere kabul edilenleri yıkmak anlamlı. Tabii ki akademide de araştırmayı faydalı ve eleştiriye açık tutumla yapan bireyler var. Fakat araştırma merkezi ve akademi tarif ve beklentilerinde özgürlük hayli kısıtlı. Benim mimarlık eğitiminden, mimarlığın biraz araştırmasına biraz uygulamasına bulaştığım yerlerden, başka tarafa geçişim de böyle bir sıkışıklık temelinde oldu. Bazı şeylerin neden sadece belirli kitleler arasında konuşulduğuna anlam veremediğim noktada, kamuya daha açık bir ortamda olma isteği duydum. O gün isyan ettiğim kapalılık, bugün içinde bulunduğumuz pek çok ortamda hâlâ geçerli. Bir camia tanımlarsanız ve onu aynı uhuyla sürekli bir arada tutarsanız, kapalılık oluşuyor. Ortam kendine yönelik eleştiriyi alabileceği boşlukları tıkayarak genleşiyor. Bu bakımdan nitelikli bir kütüphane ya da çevrimiçi erişim aracılığıyla nitelikli bilgiye sağlanan yakınlığın, defansı kırması ve camiaya sızması benim en büyük temennimdir. Çünkü konuşma ortamı yaratıldığında, bir cümlenin üzerine eklenebilecek bir cümle var. Bir bireyin, bir kurumun kendini otorite ilân ettiği, özellikle ilgilendiği ve bilgisini geliştirdiği alanlar mutlaka olacaktır. Ama onun altının oyulmasına izin vermediği durumda çok da nefes alma şansımız yok. Bu aslında paylaşılan bir sorumluluk. Herkesin bildim-bilmedim derdine düşmeden, çeşitli konuları merak etmesi, evirip çevirmesi gerekiyor. Bunlar da siz bir kapıyı göstermelik açtığınızda bir anda kendiliğinden oluşan refleksler asla değiller. Doğru yerde, doğru biçimde açıklık sağlamak için sürekli özen göstermek gerekiyor.

21. yüzyılın kütüphanesi, okulu, müzesi, 21. yüzyıl bizim bilmediğimiz bir gelecek hikmetine sahip olduğu için değil de artık eşiklere dayandığımız için kuşkusuz değişecek. Bazıları merak ederek, araştırarak, kendiliğinden bu ihtiyacı duyarak değişecek. Sonra mutlaka bu değişenlerin yüz tane daha kopyası çıkacak. O zaman o yeni ortam yeniden yüzeyselleşmeye başlayacak. Birileri bu sefer ona karşı duracak. Doğalı bu sanırım. Belirli çerçevelerin içine sıkışmamayı sağlayacak şey de bu. Üstelik nihayetinde her şey yıkılabilir. Gelecek diye hayal ettiğimiz her şeyin beklenmedik başka şeylere dönüşmesinden duyduğumuz bir güvensizlik var ama insan ölüyorsa her şey de yıkılabilir. Buna karşı çok tutucu olmamak ve bazı yerlere gereğinden fazla tutunmamak gerekiyor.

Bir anda da aslında beraber de olması gerekiyor. Hep bir Louvre Müzesi olacak. Ama Louvre Müzesi’nden farklı bir şey de olacak.

Ya da bir gün Louvre bir depremde yıkılacak ve bir daha asla olmayacak. Gelecek tahayyülünü sevmiyorum. Bugünün hareket imkânlarına, geçmişin analiziyle geleceğin tahayyülü arasında çok fazla yön vermek veya karşısında durmak anlamlı gelmiyor, çünkü içinde bulunduğumuz alanın ciddi manevra kapasitesi var. Buna karşı uyanık olmak için dikkatle izliyor olmak önemli bana göre.

Gelecek tahayyülü yapıp aslında bugünü kaçırıyor olmak mı?

Evet, bir doğrultu çizmiş oluyorsunuz gelecek için, öyle söyleyeyim. Bu çok kişisel bir yaklaşım. Gelecek için sabit bir tahayyülüm olursa ona varmak için sarf edeceğim çabadan endişe ederim. Çünkü onun öyle olmasını istediğim için hakkında öyle söyleyeceğim, ona öyle bakacağım, onu öyle göreceğim. Halbuki hiç de öyle olmayabilir. O esnekliğe ve serbestliğe ihtiyaç var bence.