Kendisini bir “sanatçı”dan çok “dreamer” (düş kuran / hayal eden) olarak tanımlayan Zeynep Solakoğlu, Türkiye’deki sanat dünyasında alışık olmadığımız bir genç sanatçı portesi çiziyor. 2012’de, daha kariyerinin başındayken, sanatçı Taner Ceylan’ın Vogue Türkiye dergisi için seçtiği Genç Yetenekler arasında yer alan Solakoğlu, hayal dünyasında yarattığı ve tablolarında hayat verdiği karakterlerle bize farklı hikâyeler anlatıyor.
Zeynep Şen; sanatçı ile karakterleri, sanatla olan ilişkisi, gelecekteki projeleri ve hayalleri ile ilgili konuştu.
Sanata olan ilgini ve yeteneğini nasıl keşfettin? Sanat eğitimi alıp bu yeteneğini geliştirmeye nasıl karar verdin?
Ben yaptığıma hiç “sanat” olarak bakmadım. Annemin anlattığına göre hep boyalarımla gezermişim. Yemeğe gittiğimizde falan boyalarım yanımda olurmuş. O yüzden sanat aslında benim için daima bir hayat tarzıydı diyebilirim. Hâlâ da öyledir. Ne zaman bir tatilden dönsek, aklımda kalan her şeyi bir kâğıda çizerim. Bir nevi günlük gibi. Şu ank yaşadığım dönemi eserlerimde, Healer serisinde olduğu gibi, nasıl belgeliyorsam, o zaman da yapardım aslında. Sanat benim için aynı zamanda unutmamanın bir yolu. Yaşadıklarımı hayatımda tutma, sonra bırakma şeklim. Bir süreç yani.
Bu sürece bir örnek vereyim: Ben, sanatçı büyüdükçe, karakterlerinin de onunla büyüdüğü kanısındayım. New York’a yeni taşınmıştım, henüz ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Daha karanlık bir yerdeydim. Zamanla daha aydınlık bir yere geldim, bir sürü şeyi çözdüm. Sağlığıma odaklanmaya başladım. Bu sürecin sonunda da ortaya Healer serisi çıktı. Amazon kadınlarım bir anda “healer”lara yani şifacılara döndüler. Bu seride dolayısıyla hep ölüm ve yeniden doğuş temalarını işledim. Ölümden sonra yeniden doğuş olmasının aslında umut verici bir şey olduğunu düşünüyorum. Yeniden doğuyorsun ve daha güçlü doğuyorsun. Yani seride karanlık bir tema olmasına rağmen, karakterlere kötü bir son veremiyorum, gönlüm el vermiyor buna.
Bir esere ya da seriye başlarken nelerden ilham alıyorsun? Amazonia Serisi’nde, adı üstünde, Amazonlar’ı resmetmiştin. Yani Yunan mitolojisini kullanmıştın. Yapıtlarını bunun gibi etkileyen, onlara yön veren başka neler var?
Aslında ben tam olarak sanat eğitimi almadım. Bilgi’de Grafik Tasarım okuyordum. Bunun çok benlik olmadığını keşfettim. Çizimle hiç alakası yoktu. Bir de ben çok eski kafalıyımdır. Hani, kalemimle, fırçamla, kâğıdımla çalışmayı tercih ederim. O yüzden New York’ta, Parsons’ın Güzel Sanatlar programına katılmaya karar verdim. Bir sertifika programıydı. Temel çizim dersleri alıyordum. Bir süre sonra bu derslerden bayağı sıkıldım, çizimleri yapamaz oldum. O zaman 25 yaşındaydım. Çocukluğumdan beri çizdiğim için elimin belli bir alışkanlığı, benim belli bir tarzım vardı. Çizim dersleri de buna aykırı düşüyordu. Her çizimin belli bir kuralı oluyordu. Başlaman gereken belli bir renk falan… Ben daha özgür çalışmaya alışık olduğum için bu bana zor ve kısıtlayıcı geldi. Bu yüzden bu programı bırakıp, sanat tarihi, mitoloji gibi dersler almaya başladım. Bu derslerden de ilham aldım. Bu değişimi yapmak, aldığım en iyi kararlardan biriydi.
Mitolojide en sevdiğim şey, temaların hep aynı olması. Sadece karakterler değişiyor, bulundukları yerlere ve ait oldukları kültürlere göre farklı kostümler giyiyorlar. Edebiyatta da bu böyledir. Mitoloji de, kitaplar da insanları birleştiren şeylerdir. Mitolojiler ve efsaneler zaten kurgu ve hikâye oldukları için… Müziğe gelince; çalışırken müzik dinlerim ve kimi zaman dinlediklerim, eserlerime yansır. Mesela Amazonia serisine New York’ta yaşarken başladım. Mitoloji dersleri alıyordum. Mitolojide gördüğüm kadarıyla, işin içine savaş girdiğinde kadın toplumdaki yerini kaybediyor. Doğayla bağdaştırılan kadınlar, bilhassa Doğa Ana, önemini kaybediyor. Aşil, Herkül gibi karakterler öne çıkıyor. Savaş karakterleri hep erkek oluyor. Ben de bu gözlemim üzerine Amazon kabilesinin kadınlarını resmetmeye başladım. Onları modernize etmek istedim. Kadınsal özelliklerini bedenlerine yüklemeye de çalıştım. Ondan sonra hayatın böyle bir şey olmadığına karar verdim. Her şeye karşı korunmalı değiliz sonuçta. O yüzden bu karakterleri biraz daha hassas yapmak istedim. Önlerine bir engel çıkarıp, o engelleri aşarak güçlenmelerini istedim. Sonra onlara bir hastalık verdim. Bir çeşit kemik hastalığı; kemiklerinin ağaç gibi dallanıp budaklandığı ve içten dışa infilak ettiği bir hastalık. Bir resmimde kadının omurgası çıkmış ama kadın yeniden doğuyor, mesela. Tıptan bile etkilendiğim oldu yani. O yüzden farklı dallardan beslenmenin bir sanatçı için çok önemli olduğun düşünüyorum.
Hem yurtdışında farklı yerlerde bulundun ve işler ürettin, hem de Türkiye’deki sanat dünyasıyla içli dışlı olma fırsatını elde ettin. Bu iki dünya arasında ne gibi farklılıklar var? Örneğin Amerika’daki galerilerin, sanatçılarla çalışmalarında ve onları temsil edişlerinde farklılıklar var mı?
Ben New York’tayken daha eve kapanık bir insandım. Tabi sergi, müze gezdiğim oluyordu ama evde çalışmayı tercih ediyordum. Her yeni seriye başladığımda, ki o zaman Amazonia serisine başlamıştım, asosyalleşiyordum. Ama oradaki sanat dünyasıyla ilgili elbette bir fikrim oluştu. Tabi bu dünyayı yalnızca kendi açımdan değerlendirebilirim. Yoksa eleştiri ve analizler yapma hakkını kendimde pek bulmuyorum. Buna rağmen bana, ABD’deki sanat dünyası, sanatçıları oldukları gibi kabullenmeye daha açık gibi geldi. Benim eserlerim haliyle, daha karakter bazlıdır. Türkiye’de karakter bazlı sanatçı pek bilmiyorum. Yani benim gibi karakterleriyle yaşayıp, onlarla gelişen sanatçı bilmiyorum yani. Amerika ve Berlin ise, benim gözlerlerimce, bu tarz sanatçılara daha açık. Belki Türkiye’de doğru alanı bulamamışımdır ama burası kavramsal sanata daha açık gibime geliyor. Bir de Türkiye’de yağlı boyaya durmadan bir itiş var. Amerika ve Berlin’deyse farklı materyallerin kullanımı, hatta arayışı var. Özetle benim ürettiğim sanat için aslında yurtdışındaki pazar daha uygun gibime geliyor.
Bununla birlikte yurtdışındaki pazar, buradakine nazaran tam bir kurtlar sofrası. Bilhassa New York’ta. O zamanlar genç bir sanatçı ve öğrenci olarak bu rekabete hazır hissetmemiştim mesela. Zaten hayatta hiçbir yere kök salmamak gerektiğini düşündüğümden, oraya hazır olduğumda geri dönmeye karar vermiştim. Türkiye’ye gelişim de böyle olmuştu.
Türkiye’de genç, yükselişte bir sanatçı olmak nasıl bir şey?
Aslına bakarsan her iş alanı bir kurtlar sofrası. Ama tabi New York, sanat dünyasında en önemli isimlerden biri olduğu için kurtlar sofrası olması çok mantıklı. Gerçi ben evde mutlu mesut çalıştığım için bana her yer öyle geliyor. Türkiye de bir dereceye kadar bana öyle geliyor. Neyse ki şu ana kadar burada kötü bir tecrübeyle karşılaşmadım.
Türkiye’ye baktığımda kesin olarak söyleyebileceğim, burada devamlı değişen bir hal olduğudur. Bu da buradaki dengesiz gündemden kaynaklanıyor. Zira gündem, her alanı etkiliyor. Buradaki sanat dünyasının içinde olmak biraz belirsizliğin içinde olmak demek. Belirsizlik de beni aslında panikleten bir şey. Yani burada genç bir sanatçı olmak, belirsizliğin içinde yolunu bulmaya çalışmak gibi.
Geçtiğimiz günlerde Contemporary İstanbul’da Ali Elmacı’nın heykelinin başına geleni duymuşsundur. Bu gibi vakalar Türkiye sanat dünyasını nasıl etkiliyor? Sanata karşı bu yaklaşımı değiştirmek için sence sanatçılar, galeri sahipleri ve küratörler neler yapabilir?
Ben tabi henüz çok piyasada değilim. Birkaç koleksiyona girmeme rağmen korunaklı bir ortamda üretiyorum. Şu ana kadar galerilerle çalışmalarımda, karma sergilerimde çok iyi geri dönüşler aldım. Ama tabi Contemporary İstanbul gibi çok fazla insan akışının olduğu yerlerde durumun değişebileceğini düşünüyorum. Eserlerime bir tepki gelebileceğini bile düşünüyorum. Tabii ki böyle bir şey istemem, zira Ali Elmacı’nın başına gelen çok korkunç. Ama içinde ürettiğimiz ortamda böyle şeylerin olabileceği gerçeğiyle, bir sanatçı olarak, yüzleşmek zorunda olduğumu hissediyorum. Bundan da kaçmamak, üretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu tarz anlayışlarla baş etmenin yolu bence bundan geçiyor.
İstanbul’a döndüğünden beri sanat anlayışın ve yapıtların nasıl değişti? Gerek galerilerin, gerek buradaki sanat dünyasının eserlerini ya da yaratıcı sürecini etkileyip değiştirdiğini düşünüyor musun? Nasıl?
Dediğim gibi sanatım, hayatımın belli dönemlerinde olduğum noktalara göre değişiyor. Çok içsel bir şey yani benim için. Sağlığımla ilgilenirken Healer serisine başladığımı anlatmıştım zaten. O yüzden Türkiye’ye döndüğümden beri yaşadığım değişimlerin, eserlerime yansımaması söz konusu değil. Bunun da en iyi örneği Blue Man serim sanırım.
Blue Man karakteri, en yeni karakterim. Blue Man, diğerlerinin aksine, yıllardır benimle olan, benimle büyümüş bir karakter değil. Aslında genel yorum karakteri gibi bir şey diyebilirim. Çok şey duyan ve gören biri Blue Man. Zaten bolca gözü ve kulağı var. O yüzden Blue Man, çağımızın çok fazla veri ve bilgi alan ve bu bilgileri aldıkça içgüdüselliğinden uzaklaşan bir karakter. Bilgiler girdikçe giriyor ve en sonunda Blue Man’ın beyni patlıyor ve dışarı taşanlar karakterlerle savaşmaya başlıyor. Seri, hem fiziksel bir savaşı gösteriyor, hem beynin içinde olan bir savaşı. Aslında bayağı psikolojik bir karakter bu yani. Yaparken beni çok şaşırtmıştı Blue Man. Çünkü buradaki günlük hayata, döneme yorum yapan bir eserin benden çıkmasını beklemiyordum.
Herhangi bir sanatçıyla tanışıp sohbet edebilseydin bunun kim olmasını isterdin?
Georgia O’Keefe ya da Frida Kahlo ile tanışmayı çok isterdim. Frida Kahlo “Ben kendi gerçekliğimi çiziyorum.” demişti. Bu bence benim eserlerim için de geçerli. İşlerim zaten bir hayli feminist. Ben de feministim. Eşitlik konusunda çok tutkuluyum. O yüzden O’Keefe ya da Kahlo gibi bir kadın sanatçıyla konuşmak isterdim ama kadın oldukları için değil, yetenekli ve başarılı oldukları için. Şu anda Healer serimde doğayla ilgili, şifalanmayla ilgili pek çok şey kullanıyorum. O’Keefe de bu tarz konularıyla, böyle öğeleri kullanımıyla bilinir. Yakın mercek çiçek yaprakları yapar mesela. Frida Kahlo da öyle. Onun dürüstlüğüne çok özenirim. Tokat gibi neredeyse.
Bu arada en sevdiğim tablo Hieronymus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi’dir. 1500’lerde yapılmış bir tablo.Bosch’un, dini tabloların öne çıktığı bir zamanda o kadar yaratıcı bir şey ortaya koymuş olması kafamı hep kurcalamıştır.
Geçtiğimiz haftalarda senin de içinde yer aldığın Girls, Girls, Girls sergisi açıldı. Sergi açıldığına göre şu anda ne üzerinde çalışıyorsun? Bundan sonraki hedeflerin neler?
Girls, Girls, Girls şu anda Karbon Galeri’de hâlâ devam ediyor. Sergi, 26 Kasım’a kadar uzatıldı. Onun haricinde Berlin’de ve İngiltere’de birer sergiye daha katılıyorum. İngiltere’deki sergim 21 Kasım’da açılıyor. İki sergi de karma sergi. Karma sergi olması, solo sergi olmasından daha mutlu ediyor beni. Bilhassa Berlin’de. Bu sergi, Piktoplasma diye bir akademinin programının bir parçası olarak gerçekleştiriliyor. Program hâlâ devam ettiğinden, eserlerimizin üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. Mayıs ayındaki açılışa hazırlanıyoruz.
Blue Man serisinden beri yeni bir seriye başlamadım ama yeni materyaller ile çalışmaya başladım. Berlin’deki programa katılmak istememin en önemli sebebi de yeni materyaller kullanmayı öğrenmekti. Kendi kendini yaratan bir sanatçı olmanın en zor yanı yeni materyalleri bilmemek ve kendin keşfetmek zorunda kalmaktır. Şu anda yapay köpükle çalışıyorum. Bunları kesip yapıştırarak bir nevi heykel projesinde çalışıyorum. Onun haricinde başka malzemelerle denemeler yapıyorum. Tek resimle hareket filmi üzerinde çalışmak istiyorum. Üzerine eğildiğim bir maske projem var. Bunların hepsi bana Berlin’deki programın kattığı şeyler. Aynı zamanda gölge kutuları üzerinde çalışıyorum. Pek çok farklı tasarım var yani.
İngiltere ve Almanya sergilerim haricinde kendim açmak istediğim bir sergi de var. Solo bir sergi. Adını My Brain on Anxiety koymak istiyorum. Hem kendi beynimin, hem karakterlerimin beynini çizdiğim, yani iç dünyalarını keşfettiğim bir seri olsun istiyorum bu. Ancak daha yalnızca fikir aşamasında. Serginin nasıl olacağını görmek için beklememiz gerekecek.