*Bu yazı Istanbul Art News Eylül, 2016 Sayı: 34 Piyasa eki için yazılmıştır.
Şirketlerin kültür sanata maddi desteği, bu alandaki rolü arttıkça kültüre müdahale ve sansür vakaları da artıyor. Bunu doğuran nedenler ise şirketlerin faaliyet alanları ile destekledikleri sanatsal projelerin kimi zaman motivasyon bakımından birbiriyle taban tabana zıt olması.
Geçtiğimiz haziran ayında sigorta sektörünün önde gelen şirketlerinden Allianz, MoMA’nın güncel sanat sergilerinin kurumsal sponsorluğunu üstlendiğini açıkladı. 2013’ten bu yana Lang Lang Uluslararası Müzik Vakfı ile işbirliği yapan sigorta şirketi, Türkiye’de de uzun yıllardır İstanbul Bienali’ne sponsor oluyor, Barış İçin Müzik Vakfı ve Gençlik Filarmoni Orkestrası’nın kurumsal destekçiliğini üstleniyor. Kültür-sanat alanındaki destekleriyle adından bahsettiren, petrol sektörünün devlerinden BP de geçtiğimiz günlerde, kültür sektöründe petrol şirketlerinin sponsorluklarını istemeyen tüm inisiyatiflerin ve grupların protestolarına rağmen Birleşik Krallık’taki kültür desteğinin artarak devam edeceğini açıkladı. BP’nin Birleşik Krallık’taki dört büyük kuruma (British Museum, National Portrait Gallery, Royal Opera House ve Royal Shakespeare Company) sponsorluk kapsamında verdiği destek önümüzdeki beş yıl için 7.5 milyon olacak. Petrol şirketlerinin kültür sektöründeki sponsorluklarını kaldırmayı amaçlayan “BP or not BP” grubunun, “Dünyanın fosil yakıtlardan acilen uzaklaşması gereken bir zamanda, bu tür kültür-sanat kurumlarının bir petrol şirketinin tanıtımını yapması 2020’lere yaklaşırken büyük bir sorumsuzluk” şeklindeki açıklaması ise son derece dikkat çekici.
Peki, bütün bu olaylar bize sanat-sermaye ilişkisine dair ne anlatıyor? Bir sigorta şirketi neden güncel sanat sergilerine veya klasik müziğe destek olmaya karar veriyor? Bir petrol şirketi bütün protestolara rağmen neden kültür-sanata olan desteğini artırarak devam ettiriyor? Burada amaç sosyal sorumluluktan mı ibaret, yoksa bütün bu ilişkinin arkasında gizli birtakım ajandalar mı var?
Sanat hamiliğinden kültür koruculuğuna
Sanat, tarihin ilk dönemlerinden beri ticaretle yakın bir ilişki içinde. Antik Yunan’dan Medici’lere, Çarlık Rusyası’ndan Birleşik Krallık’a kadar tarihin farklı dönemlerinde sanat, ticaretin ve bu ticareti yöneten büyük ailelerin (şimdilerde ise şirketlerin ve holdinglerin, yani sermayenin) desteği ile hayat buluyor. Sanat hamisi Medici’lerin günümüzde Koç Ailesi’nden bir farkı olmadığı gibi, Amerika’nın WASP (beyaz, Amerikalı, Protestan, yani zengin) ailelerinden Whitney Ailesi’nin, Abu Dhabi’ye Louvre şubesi yaptıran Birleşik Arap Emirlikleri Emiri Sultan bin Tahnun El Nahyan’dan pek bir farkı yok. Sanatın, bu aileler ve onların şirketleri için kuşkusuz bir değeri var ama kültürel sermayenin yönetim mekanizmaları içerisinde sanatın bu aileler için bir ‘araç’ haline geldiği de aşikar.
Türkiye’de de bu süreç Avrupa’yla Amerika’ya paralel bir şekilde gelişti. 1973 yılında Dr. Nejat F. Eczacıbaşı ve 17 işadamının İstanbul’da uluslararası bir festival düzenlenmesi amacıyla kurduğu İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), Türkiye’deki sermaye-sanat ilişkisinde bir dönüm noktası oldu. İKSV’nin festivallerini ilk günden beri destekleyen Koç, Sabancı, Kocabıyık, Şahenk, Zorlu gibi aileler ve şirketler yıllar içerisinde kendi kültürel sermayelerini oluşturmaya başladı.
Kültür-sanatın ‘desteklenmesi gereken alan’, ‘sosyal sorumluluk’, ‘kurumsal iletişim ve halkla ilişkiler olanağı’ olarak görüldüğü 1970’ler ve 1980’lerden günümüze koşullar çok değişti. Artık kültürel üretimden, büyük şirketler ve sermaye tarafından yönetilen, yönlendirilen, ‘ürün’ ve ‘hizmet’ olarak paketlenip tüketiciye sunulan sanattan bahsediyoruz. Bu sanat büyük şirketler tarafından kuşatılmış, kapitalizme paralel olarak ilerleyen bir ortamda icra ediliyor, varlığını sürdürüyor.
Elbette büyük sermayeden bağımsız olarak kültürel üretimin sürdüğü bir sanat ortamından da söz etmek mümkün ancak bu ‘bağımsız’ sanat ortamının kültürel üretim ve tüketim mekanizmaları içerisindeki görünürlük ve sürdürülebilirliğini özellikle tartışmak gerekiyor. Büyük sermaye grupları tarafından desteklenmeyen kültürel etkinlikler, ne yazık ki diğerleri ile karşılaştırıldığında büyük bir hezimete uğruyor. İstanbul’da son 10 yıl içinde açılan ama çeşitli nedenlerle varlığını sürdüremeyen kültür-sanat kurumlarının fazlalığı bu durumu kanıtlar nitelikte. Aynı şekilde birçok festival ve etkinlik, gerekli finansal kaynağı veya sponsoru bulamadığı için faaliyetlerine devam edemiyor.
Sanat ile sermayenin ‘suç ortaklığı’
Günümüzde iş dünyasının katkısı, desteği ve varlığı olmazsa adeta yok olacak bir kültür ortamının içinde soluk almak, bir taraftan da kültür alanında üretim yapan tüm kurum, birey, sanatçı ve aktörlerin kendilerini bir açmazda, ikircikli bir durumda bulmalarına neden oluyor.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen 11. İstanbul Bienali bu ikircikli durumun fiziksel olarak oldukça büyük bir görünürlük kazandığı bir kültür etkinliğiydi. Bertolt Brecht’in “İnsan Neyle Yaşar?” sorusu üzerinden neoliberal politikalar, savaş, cinsiyet baskısı ve Marksizm gibi konuların etrafında şekillenen bienal, ülkenin en büyük sermaye gruplarından olan ve çeşitli savaş araçları da üreten Koç Holding tarafından finanse ediliyordu. Üstelik 12 Eylül Darbesi döneminde Koç Holding’in eski yönetim kurulu başkanı Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı ve askeri darbeyi desteklediğini açıkladığı mektup da bütün bu ilişkinin içinde dikkat çeken bir öğe olarak yerini aldı ve bienali protesto eden grupların en önemli araçlarından biri haline geldi. Bienali protesto eden gruplardan Kamusal Sanat Laboratuvarı, mektubun metnini bir kazı-kazan şeklinde hazırlayarak bienal açılışında izleyicilere dağıttı. Bu da bienal daha açılmadan başlayan sanat-sermaye ilişkisi tartışmalarını farklı bir boyuta taşıdı.
Bu durum, bienal döneminde direnistanbul sanatçı inisiyatifi tarafından da çeşitli şekillerde protesto edildi. Sermayenin, savaşın, neoliberal politikaların doğrudan eleştirildiği işlerin yer aldığı bir bienalin bütün bu eleştiri oklarının ucundaki bir şirket tarafından finanse edilmesi de hem sanat hem finans çevrelerinde birtakım soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu.
Kültürel aktivizm mi, ‘imaj cilası’ olarak kültür mü?
Kültür alanındaki aktörlerin artık sanat eseri üretirken veya ortaya bir sanat etkinliği koyarken sermaye desteğini almak, sponsor bulmak, bu işlerin iletişim ve pazarlaması gibi taraflarını düşünmeleri gerekiyor. Çünkü kendi içinde protest, eleştirel ve bir ‘karşı duruş’ temsili olarak nitelendirilen sanat, sermaye ile işbirliği yaptığında üzerine şimşekleri çekebiliyor. Üstüne üstlük, sermaye ile böyle bir ortaklığı söz konusu olduğunda sanat, aynı duruşu sergilemekte zorlanabiliyor.
Şirketler sanat kurumlarına sponsorluk yaparak bu kurumlarla aynı paydada yer almak, aynı değer yargıları ekseninde görülmek istiyorlar. Öte yandan özellikle tütün, alkol, petrol, gayrimenkul ve maden gibi sektörlerde faaliyet gösteren büyük şirketlerin ‘imaj düzeltme’ veya ‘halkla ilişkiler’ kaygılı sanat destekleri bu noktada bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.
BP’nin Tate ile 26 ve Edinburgh Festivali ile 34 yıldır devam eden sponsorluk ilişkisi geçtiğimiz aylarda protestolar nedeniyle sona erdiyse de aynı BP, British Museum ile 20 yıl, Royal Opera House ile 28 yıl, National Portrait Gallery ile 27 yıl ve Royal Shakespeare Company ile beş yıldır devam eden sponsorluklarını 2017 yılı itibariyle genişletiyor. Aynı şekilde Louvre Müzesi’nin Total ve Eni petrol şirketleri ile uzun yıllardır süren işbirliği de 2015 yılının sonlarında tekrar protesto edilmesine rağmen devam ediyor.
Petrolden örnekler vermeyi sürdürelim. Türkiye’de de sanat ve petrol içli dışlı bir ilişki içerisinde. Türkiye’deki sanatçıları ve sanat üretimini desteklemek amacıyla güncel sanat alanında 2012 yılında düzenlenen güncel sanat ödülü FULL Art Prize da bu noktada birçok tartışmayı beraberinde getirmişti. Bir akaryakıt şirketi olan FULL’un, Türkiye’nin ilk çağdaş sanat ödülüne sponsor olması birçok sanatçı tarafından eleştirilmişti. Anonim bir sanatçı grubunun “Zulart Prize” mahlasıyla ödülle ilgili gerçekleri açıkladıklarını iddia ettikleri bir sosyal medya sayfası oluşturulmuş ve bir manifesto yayımlanmıştı. Ayrıca ödül etkinlikleri çerçevesinde sanatçı konuşmalarının gerçekleşeceği Depo’da da etkinlik günü protestolar gerçekleşmişti. OMV Petrol Ofisi’nin Contemporary Istanbul sponsorluğu; Shell’in uzun yıllardır devam eden İstanbul Müzik Festivali ve Çatalhöyük arkeolojik kazıları ile çocuk etkinlikleri sponsorlukları; Aygaz, Opet ve Tüpraş’ın İstanbul Tiyatro Festivali sponsorlukları da yine örnek verilebilir.
Chin-tao Wu’nun 2005 tarihli kitabı “Kültürün Özelleştirilmesi”nde yer alan, “Çağdaş sanat, tartışma yaratma ihtimali olmayan büyük ressamlarla kıyaslandığında çok kaygan bir zemin sunar. O halde, bir şirketin bu kaygan zeminde yürümeyi tercih etmesinin nedeni ne olabilir?” sorusuna verdiği cevap da aslında tüm bu olan biten durumun içinde saklı. Çağdaş sanat, bu kurumların istediği halkla ilişkiler mekanizmalarını, imaj cilasını yaratıyor. Bu da kurumların söylemek istediklerini ön plana çıkarırken, göstermek istemediklerini çok güzel saklama imkanı sunuyor. Geldiğimiz noktada kamusal alan ve kentsel dönüşüm hakkında yapılan bir bienalin sponsorları arasında kamusal alanı kendi çıkarları için dönüştüren bir şirket yer alırken, ünlü bir çağdaş sanatçı da sipariş üzerine ülkenin en büyük sanayi gruplarından birinin kurucusunun portresini yapabiliyor. Bu da iç içe geçen sanat-sermaye ilişkisinde artık belki de tüm sınırların kalktığını ve her şeyin geçirgen olduğunu gösteriyor.
Kültürün sömürüsü
İşin tartışmalı bir başka tarafı da son zamanlarda sayıca iyice artan, yıldız mimarlar tarafından tasarlanan müze şubelerinde yaşanan emek sömürüsü. 1980’lerde New York Times tarafından ‘müze dünyasının McDonalds’ı’ olarak nitelendirilen Whitney Müzesi’nin başlattığı müze şubeleri furyası şimdilerde Tate, Guggenheim ve Louvre gibi müzeler tarafından devam ettiriliyor.
Müzeler büyüdükçe, genişledikçe müzelerin inşası için kullanılan insan kaynağı ve emeği de bir sömürü mekanizması haline geldi. Özellikle Abu Dhabi’de inşası halen devam eden Louvre ve Guggenheim müzeleri ve yine burada açılacak olan yeni NYU kampüsünde çalışan göçmen işçilerin haklarının göz ardı edilmesi üzerine birçok haber çıktı. (NYU kampüsü bu yazı için önemli çünkü yeni kampus bünyesinde sanat merkezleri ve galerileri barındıracak.) Human Rights Watch-İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), yayınladığı raporlarla bu kurumlarda çalışan işçilerin haklarının sömürüldüğünü iddia etti. Bu süreç boyunca Guggenheim’la işçi haklarına dair müzakereleri sürdüren Gulf Labor Coaliton-Körfez İşçi Koalisyonu (GLC) da, HRW’yi destekleyen açıklamalar yaparak Guggenheim’i suçladı. Bunun üzerine 2016 yılının başında Guggenheim ile GLC arasındaki müzakereler sona erdi.
130’dan fazla sanatçı, küratör, yazar ve kültür profesyoneli, 2011 yılında Abu Dhabi’deki emek sömürüsüne karşı olduklarını belirten bir bildiri imzalayarak işçilerin çalışma koşulları düzelmediği sürece hiçbir şekilde bu kurumlarla ortak proje geliştirmeyeceklerini ve bu kurumlara eserlerini vermeyeceklerini açıkladılar. Ancak yapılan tüm açıklamalar, sürdürülen müzakereler ve protestolara karşın Guggenheim Müzesi 2016’nın nisan ayında yaptığı açıklamayla GLC ile yürüttükleri müzakerelerin sona erdiğini ve GLC’nin olayları saptırdığını açıkladı.
İşçi emeği sömürüsü konusundaki bir başka örnek de Türkiye’den, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nin (Zorlu PSM) içinde yer aldığı Zorlu Center’dan. Zorlu Center’ın inşaatında 2012 yılında bir işçinin ölümüne sebep olan bir kaza yaşandı. Aynı kaza, inşaatta çalışan yüzlerce işçinin taşeron firmalardan paralarını alamadıkları için işlerini bırakmasına sebep oldu. Bir süre sonra tabloya Zorlu Center’ın imar değişikliği için belediye ve bakanlık ile rüşvet skandalı da eklendi. Ortalık bu haberlerle çalkalanırken Zorlu Center’ın mimarı Emre Arolat’a, 1. İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörlüğü görevi verildi. Halen birçok sanatçının ve sanat izleyicisinin bütün bu nedenlerden dolayı Zorlu PSM’de gerçekleşen etkinliklere katılmadığı ve bu konularla ilgili açıklamalar yaptığını görüyoruz.
Söz konusu kültür-sanat olduğunda gerek kültür üreticileri gerek bu alanda çalışan kurumlar, sermaye ilişkisi konusunda diğer sektörlere göre daha göz önünde ve tartışmaların odağında olmak durumunda kalıyor. Çünkü günümüzde kültürün endüstri, ekonomi, ticaret, arz-talep gibi kapitalist sistemin beraberinde getirdiği kavramlarla ilişkilendirilmesi, bireylerde ve toplumda olumsuz bir algı yaratıyor. Konu kültür- sanat ve sermaye ilişkisi olduğunda bir sanatçı, sanat izleyicisi veya bir kültür kurumu nasıl bir duruş sergilemeli?
Örneğin Grand Pera tarafından yok edilen Emek Sineması için imza toplayan, bildiri yayımlayan yönetmenler ve yapımcılar ‘yeni Emek Sineması’ açıldığında filmlerini burada gösterime sokarsa, bu durum işin ironisini ortaya koyacaktır. Peki ya İstanbul Film Festivali iki gün sonra ‘yeni Emek Sineması’nda gösterim yapar mı? Emek protestosunda gaz yediğimiz günler çok mu geride kaldı? Konu kültür-sanat olduğunda tutarlı veya duyarlı bir duruş sergilemek neden bu kadar zor? Dünün en büyük punk kraliçesi Patti Smith bile Zorlu PSM’de sahne alabiliyorsa, biz de ilkelerimize ters düşmesini ‘göz ardı’ ederek konseri izleyebilir miyiz? Kültürel üretimin sermayenin tekeline girmesi nasıl engellenebilir? Bu durumda Vehbi Koç Vakfı (VKV) Çağdaş Sanat Müzesi açıldığında, müzenin içinde yine sermaye ve savaş karşıtı bir sergi görebilir miyiz? Hadi gördük diyelim, buna ne tepki veririz? Bir sergiyi gezmek, beğenmek ve desteklemekle o sergiyi yapan kurumun kültür-sanat dışındaki işlerini eleştirmek ve hatta protesto etmek mümkün müdür? Mümkünse nasıl olmalıdır? Sanat, daha ne kadar idealist ve protest olarak kalabilir veya kalmalı mıdır? Sorular sonsuz, çelişkiler ise görüldüğü gibi, sonsuzun da ötesinde…
Gelecek ancak geçmişin sahiplenilmesi ile yaşanabilir*: Müze Gazhane