kültür.limited 2023 yılı sonunda 8 yıllık yayın hayatını sonlandırmıştır. Site, bir arşiv işlevi görmesi için açık bırakılmıştır.

Sevil Dolmacı Art Gallery’de yeni sergi: “Labirent”

13 Ekim 2021

Sevil Dolmacı Art Gallery, 11 Kasım – 11 Aralık 2021 tarihleri arasında Alman ressam Robert Janitz‘in “Labirent” başlıklı İstanbul’da ürettiği eserlerden oluşan kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçı, 2021 yazında hayata geçen Sevil Dolmacı Sanatçı Rez’nin uluslararası ilk konuğuydu ve sergideki eserlerini de burada oluşturdu.

İsmini Antik Yunan’ın en popüler hikayelerinden olan Minotor ve yaşadığı labirentten alan sergi, Robert Janitz’in Türkiye’de gerçekleşen ilk kişisel sergisi. Efsaneye göre, yarı insan yarı boğa olan ve insan yiyerek beslenen Minotor, tehlikeli doğası nedeniyle Girit adasında bir labirente kapatılır. Bu canavarın terörüne nihayet bir son veren Theseus isimli kahraman ise, sevgilisi Ariadne’nin kendisine verdiği iplik yumağı sayesinde labirentte yolunu bulabilir.

Labirent aynı zamanda Janitz’in bir ay boyunca İstanbul’da yaptığı gözlemlerini de özetliyor. Şehrin trafiğinden Boğazda sürüklenen gemilere kadar, bizlerin artık fark etmediği ancak hayatlarımıza işlemiş olan ‘hat’ların yanı sıra, tarihsel kimliğimizi oluşturan çizgiler de Janitz’e bu süreçte ilham kaynağı oldu. Rezidans sürecinde ortaya çıkan eserler ise sanatçının Meksika’da “Volcano Head Paintings” ile başladığı değişim sürecinin sonucu olarak kariyerinde önemli bir yer tutuyor.

Robert Janitz, İstanbul’da yaşadığı 1 ay boyunca yaşadıklarını ve hissettiklerini şu şekilde anlatıyor: “İplerle, dokumayla büyüdüm, annem dokumacıydı, babam da “oryantal” kilimler toplamayı severdi. Çocukluğumdan beri beynimde renkli ipler var. Bir dokuma tezgâhında birbirine geçen çizgilerin bilgi işlemin kaynağı olduğunu söylerler. İşte buradayız, fırça işareti, gerçekleri hesaplama çizgisi ve Türkçe, konuşmadığım ama bir şekilde anladığım bir dil. Şehri birkaç gün gezdim. Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrâsının hatlarla dokunmuş bir kelime olduğunu anladım. Topkapı Sarayı’nda ‘sözcük-portreleri’ keşfettim ve kilim yapımındaki Türk düğümünü keşfettim. Çizgileri tuval üzerine birleştirmeye başladım. Sonra kendimi resim atölyeme kapattım. Aynı anda hem Minotor hem de Ariadne olduğumu bilecek kadar labirenti görmüştüm. Zamanın nasıl geçtiğini unuttum. Kendimi unuttum. Yeni bir seri ortaya çıktı. Meksika’da resmettiğim yanardağ resimleri, zamanın çizgileri haline geldi. Yan yana dizilmiş büyük harfler, dilsiz bir el yazısı haline geldi. Ve sürpriz bir şekilde, haftalarca boyamadan sonra, zamanla boyanmış çizgilerin, bu yüzden kendilerine ait bir hayat sürdüğünü keşfettim. Aslında içi boştu, tıpkı rigatoni denen İtalyan makarnası gibi.”